![]() |
| Zamanı Taşıyan Gemi: Berlin'den Nil'e Yolculuk |
Gemi betimlerini, üzerlerindeki süslü motifleri antik duvar resimlerinden, boyalı seramiklerin zengin tasvirleri arasından ayrıştırıp, ardından fotoğraflarını çekmeyi, onları biriktirmeyi öğrencilik yıllarımdan beri hep sevdim. Bu sebepledir ki ilgi alanlarımda özel bir yeri kuşkusuz gemiler kapsıyor desem yanlış olmaz. Tesadüf bu ya! Ve şimdi çok sayıda görebildiğim gemilerin arasındayım, çoğu kişinin fark etmeden yanlarından yürüyüp geçtiği, bir cam vitrinin içerisinde farklı bir tekne modeli var. Ne oyuncağa benziyor, ne yüzen bir gemiye! Lakin tam da bu nedenden olsa gerek, gözümü oradan ve bu farklı objeden alamıyorum. Öne eğildim, yakından baktım. İnce uzun bir gövde, ortasında bir kabin var ve kürekler. Yanındaki küçük etikette ise “Mezar objesi, Orta Krallık”. Epey katı ve net bir ifadeyle, adeta ne denli geçmişten bugüne geldiğini fısıldıyor. Bir taşıma aracı olmaktan çok daha fazlası; bir devlet, bir inanç sistemi, ölümsüzlük umudunu taşıyor. Eski Mısır’da ölüm, bir son değil, yeni bir başlangıçtı. Bu yüzden gemiler yalnızca suyun değil, ruhun da yolculuk araçlarıydı. Belki de her kürek darbesi, öteki dünyaya giden bir geçidin simgesiydi.
Berlin’deyim. Güneş batmamış, gökyüzünde ve sanki hiç batmayacak gibi, hava sürekli belli belirsiz bir aydınlıkla parlayıp duruyor. Şehrin yapıları solgun bir ışıkla yıkanıyor. Özellikle de Müzeler Adası’ndaki o gösterişli-heybetli, ziyaretçiyi derinden cezbeden büyük müze binaları… Binlerce kilometre ötesinden denizleri aşarak taşınan bu kadim hikâyenin özneleri, sanki sis bulutu üzerinde duruyormuşçasına yerini yadırgar bir hal içindeler. Yine de uygarlığın-medeniyetin zenginliğiyle, ışığıyla, az önce anılan solgunluğu yarıp geçiyor, aydınlatıyorlar. Belki de misafir olduklarının bilinciyle anavatanlarına dönmenin hasretinin heyecanını hep diri tutuyorlar, kim bilir?
Neues Museum’a adım attığımda, Mısır’ın tarihi ve sessizliğiyle birlikte karşıma çıkacak olanın bu kadar etkileyici olacağını düşünmemiştim. Müze binası, 19. yüzyıldan kalma bir yapıydı; ikinci büyük savaşta ağır hasar görmüş, sonra özenle restore edilmişti. Eskiyle yeninin birlikteliği mekâna özel bir hava veriyordu. İçeriye girdiğimde duvarlar ve dikkatle tasarlanan ışık sirkülasyonu çarpıcı bir his uyandırıyor; eserlerin düzenli bir tasvir programı gözetilerek yerleştirilişi hayranlık verici; zira hemen kendi kendimi söylenirken buldum: Yok yok bir müzede değilim, bir zaman yolculuğuyla farklı faza geçmiş gibiyim. Etiketleriyle ya bir köşe başına ya da bir vitrine hapsolmuş eserler aniden canlanarak hayat buluyor ve benimle iletişim kurmaya çabalıyorlar. İşte bu duygu dönüşümünü yaşıyorsanız, müze size o hissi yaşatıyor, sanat çakralarınızı açıyor.
Neues Museum, 1855’te açılmış, adı “Yeni Müze” olsa da bugün zamanın çok daha eskisine ev sahipliği yapıyor. En çok da Mısır koleksiyonuyla dikkat çekiyor; Nefertiti Büstü, Ölüler Kitabı, Khufu’nun güneş teknesi modeli ve daha birçok eser, ziyaretçilerin ilgisine sunuluyor. Mısır koleksiyonu yaklaşık 4.000 yıllık bir dönemi kapsıyor. Lahitler, heykeller, papirüsler, kozmetik kutuları, tanrılara adanmış küçük eşyalar… Her biri özgün hikâyeyle doluydu.
O hikâyelerden kimileri, 19. yüzyılın başlarında Nil’in kıyısında başlayan hummalı kazıların, tehlikeli pazarlıkların ve sömürge yarışının sessiz tanıklarıydı. Avrupa’nın büyük güçleri, kazı izinlerini ellerinde tutan firavun artığı topraklarda adeta zamanla yarışıyor, kimi zaman bilimsel merakla, kimi zaman da bir medeniyet vitrini oluşturma hevesiyle geçmişi sandıklara dolduruyorlardı. Berlin’in meşhur koleksiyonlarının bir kısmı da bu dönemde, Prusya Krallığı’nın finanse ettiği arkeolojik seferler sonucunda ülkesine taşınmıştı.
Örneğin, Nefertiti Büstü’nün 1912’de Ludwig Borchardt tarafından Amarna kazılarında gün yüzüne çıkarılışı hâlâ tartışmalı bir hikâyeye sahiptir. Kimi belgelerde, eserin gümrük beyannamesine “alçı baş” olarak kaydedildiği söylenir — bugün müze ışıklarının tam ortasında duran o yüzün, bir zamanlar ne kadar “gözden kaçırılmak istendiğini” düşünmek insana tuhaf bir sızı veriyor.
Yüzyılın başında Kahire’den Berlin’e, Londra’ya, Paris’e doğru başlayan bu taşınma dalgası; sadece objeleri değil, hafızaları da yerinden söktü. Oysa bugün Mısır, giderek güçlenen kültür politikalarıyla kendi mirasını yeniden tanımlamaya çalışıyor. 2021’de açılan Büyük Mısır Müzesi, yalnızca eserleri sergilemek değil; onları kendi dilinde, kendi toprağında yeniden anlatmak isteyen bir belleğin ifadesi.
Kulaklığımı takıp eserleri anlatan numaraları sırayla tuşluyorum ve robotik anlatıma aldırmayarak bağ kurduğum mirası içime çekiyorum, teneffüs ediyorum. Hem mekânı hem anlatılanları takip etmeye çalışırken zamanın nasıl geçtiğini fark etmiyorum. Türkçe anlatımın olması beni ayrıca mutlu ediyor. Müzenin alan yönetim kurgusu ile kronolojik gösterim düzenlemesi örnek gösterilebilecek ölçekte başarılı. Zihnimde, “Buradan çıkınca hemen yazmalıyım” düşüncesi yer ediyor ve Kahire’deki yeni müzeyi de bu yüzden yeniden merak ediyorum; kendi topraklarında bu eserleri nasıl anlatıyorlar?
Müzeyi dolaşırken özellikle Gemi motiflerine dikkat etmeye çalıştığımı söylemiştim; duvar resimleri, seramikler, küçük kabartmalar... Motiflerin yer aldığı eserlerin her birini tek tek inceliyorum, fotoğraflarını çekiyorum. Zihnimde bir şiirin dizeleri canlanıyor:
Artık anlam veremiyorum rüzgarların durumunaKâh oradan geliyor bir dalga zira, kâh buradanVe biz ortadakilerKara gemiyle sürükleniyoruzBüyük zahmetle katlanarak fırtınanın gücüneYalıyor zira sel, geminin direğinin dibiniVe parçalanmış yelkendenBüyük paçavralar aşağıya doğru sallanıyor.
Alkaios’un şiirinde, antik çağda fırtınadan sürüklenen insanların çektiği zorluklar gemi motifleriyle zihnimde canlanıyor. Gemi denizlerde, nehirlerde gidip geliyor; yük taşıyor, insan taşıyor, kültür taşıyor… Taşıyor da taşıyor. Akla gelen hep bu. Bir de savaşa özel tasarlanmış gemiler var; haliyle onlar da savaşıyor. Savaş gemileri, ticaret gemileri, kargo gemileri, balıkçı tekneleri… Geminin denizdeki marifetleri saymakla bitmez.
Ama bir gemi görüyorum…
Khufu’nun (Keops) Güneş Teknesi. Bir yere gitmiyor. Gitmeyecek de. Zaten gitmesi beklenerek yapılmamış. O suya inmedi. Bir mezara konmuş, bir ölüyle birlikte, başka bir yere, başka bir dünyaya! Onun ruhunu taşıması için...
Belki de en başından beri yazmak istediğim şey buydu. Gemi dediğimiz şey, hep suyla ilgili değil. Bazen mezarla, bazen ölümle, bazen de bir düzenle bağlantılı.
Antik çağda faniler, sık sık ölümün bir geçit olduğuna inandırılmışlardı(Antik Mısır'ın Ölüler Kitabı ve Antik Yunan'ın gizem dinlerinde görüldüğü gibi). Mısırlılar için bu geçit Nil’di; öte dünya yolculuğunda, ruhun Osiris’in huzuruna ulaşabilmesi için kalbin teraziye konduğu, dünyada yaptıklarının değerlendirildiği bir sınavdan geçmesi gerekirdi. Ölüler Kitabı’nda her sayfa, bu yolculuğun haritasıydı. Güneş teknesi ise, Ra’nın her sabah doğudan yükselip batıya süzüldüğü yolculuğunun yeryüzündeki yansımasıydı.
Aynı "geçiş" düşüncesi Yunan mitolojisinde de yankılanır. Ölüler diyarına ulaşmak için Styx Nehri’ni geçmek gerekirdi. Kharon, bu nehri aşanların kayıkçısı — yalnızca elinde bir obol olanları taşır, parası olmayanı kıyıda bırakırdı. Persephone’nin her ilkbahar yeraltından yeryüzüne dönmesi, yaşamla ölüm arasında kurulan o döngüyü simgelerdi. Roma’da da benzer biçimde, mezarların başına bırakılan sikkeler, öte dünyaya gidiş biletleriydi.
Kimi zaman bir gemi, ruhun taşıyıcısı olurdu; kimi zamansa bir rehber, bir geçit, bir sınırın bekçisi.
Hades’in kapısında nöbet tutan Kerberos gibi, bu gemiler de iki dünya arasındaki eşiği korurdu.
Günümüzde bile, uzaya giden araca “uzay gemisi” diyoruz. Çünkü içimizde bir yerlerde hâlâ o inanç sürüyor: gemiler sadece taşımıyor; bir şeyin sürdürülmesini sağlıyorlar. Bu yüzden suya değil, toprağa bırakılıyorlar. Bazen asıl yolculuk, görünmeyen o derinlikte başlıyor.
Hem Antik Yunan’da hem Antik Mısır’da gemi düzenin taşıyıcısıdır. Ve düzen bozulduğunda, yelken parçalanır, kürekler yetmez olur. Ahşaptan yapılmış, üzeri ince işlenmiş, kürekçiler tek tek yerleştirilmiş bir gemi gözümde canlanıyor. Kabin, Nil’in krallığını taşıyacakmış gibi özenli. Akla hemen o sahne geliyor: Khufu’nun (Keops) Güneş Teknesi.
Bu gemi, 1954 yılında Mısırlı arkeolog Kamal el-Mallakh tarafından Keops Piramidi’nin güneyinde, taş bir çukur içinde keşfedildi. 43.6 metre uzunluğunda ve 5 metre genişliğindeki bu tekne, 1224 parçaya ayrılmış olarak bulundu ve yıllar süren titiz bir restorasyonun ardından tekrar bir araya getirildi. Büyük olasılıkla, ölümsüzlük yolculuğunda firavunu tanrı Ra’nın güneş gemisiyle birleştirmek üzere yapılmıştı. Bugün Kahire’deki Giza Solar Boat Museum’da sergilenen bu tekne, Nil’in taşkınlarıyla değil, devletin ideolojisiyle yüzüyordu.
Önümdeki maket elbette o teknenin birebir kopyası değil. Ancak, muhtemelen ona benzer teknelerle aynı düşünsel bağlamda üretilmiş. Bir ölüyle birlikte gömülmüş, onun ruhunu taşımak üzere yapılmış. Ve şimdi, binlerce yıl sonra, bir Avrupa kentinin göbeğinde, bir cam vitrinin içinde yine taşımaya devam ediyor. Ama taşıyor mu gerçekten? Yoksa sadece biçimsel bir gölge mi sunuyor? Gemi, ruhun öteki dünyaya ulaşmasını mı sağlıyor, yoksa yalnızca insanın geçmişle kurduğu bağın bir yansıması mı?
Buradan yola çıkarak aklıma yolculuk kavramı geliyor. Gemi, sadece suyu aşmak için değil, zamanın ve hafızanın ötesine geçmek için bir araçtır. Seyrüsefer, yolculuk fikri ve imgesi, her dönemde insanın hayal gücünü büyülemiş; Nil Nehri’nin taşımacılıktaki ustalığı, denizden karaya, köylerden şehirlere uzanan yolları ve limanlarıyla kültürel bir süreklilik sağlamıştı. Daha sonraki dönemlerde İskenderiye limanı, Akdeniz’in kesişim noktası olarak hem ticaret hem de kültür taşımacılığı açısından kritik bir merkez olmuştu. Nil’in sakin akışıyla birleşen denizaşırılığı, insanın sürekli hareket etme, öğrenme ve paylaşma arzusunu yansıtıyordu.
Gemi motifleri artık yalnızca bir maket değil; geçmişle gelecek arasındaki bir köprü ve bir hayal gücü aracıdır. Nil’den Akdeniz’e, piramitlerden İskenderiye’ye uzanan bu yolculuk, hem gerçek hem de metaforik olarak taşımaya devam ediyor.
Eski Mısırlıların dini görüşlerine göre, tekne, güneş tanrısı Ra'nın gündüzleri gökyüzündeki yolculuğunu, gece ise yeraltı dünyasında yelken açarak karanlığın içinden geçmesini sağlardı. Bu yüzden gemi, devleti taşıyacak kadar büyük; tanrıyı taşıyacak kadar kutsal; ölüyü taşıyacak kadar sessiz yapılmalıydı. Papirüslerde geçen vecizeler, bu sessizliği ve kutsallığı şu sözlerle dile getirir: “Gemi, ölümsüzlüğün köprüsüdür; su, yaşamın ve zamanın damarlarıdır”; ya da “Ra’nın yelkeni, ruhun göğüne açılan kapıdır.”
Gemi motifleri, taş, ahşap ve papirüs üzerinde şekil buldukça, gözümüzün önünde zamanın ve mekânın sınırları eriyor. Nil’in sakin akışıyla birleşen bu tasarımlar, sadece geçmişi taşımıyor; bugünün insanlarıyla da konuşuyor.
Ve bir anda kendimi yeniden Berlin’de buldum. Cam vitrinin ardındaki maket, eski dünyayı ölümsüz kılarken, benim bağım karayla değil, denizle, suyla, yolculukla kuruluyor. Her kürek darbesinde, Nil’in sessizliğinde hissettiğim o ritim, Berlin’in soğuk taşlarını aşarak Kahire’ye, kendi kaynağıma doğru çağırıyor. İlk fırsatta istikamet, doğal olarak orası olmalıydı: Nil’in kıyısına, tarih ve yaşamın kesiştiği o kutsal akışa.
Gemi, taşımaya devam ediyor — yalnızca bir firavunun ruhunu değil, insanın merakını; yolculuk arzusunu, geçmişle geleceğin kesişmesini ve suyla kurulan sessiz iletişimi. İşte bu, gemilerin gerçek gücüydü: Hem zamanın hem de hayalin ötesine geçmek.










Hiç yorum yok:
Yorum Gönder