DESCARTES'İN YÖNTEMİ VE TARİHE UYARLANMASI

16. yüzyılın sonunda dünyaya gelen Rene Descartes , 17. yüzyılda ortaya koyduğu düşüncelerle Aydınlanma Dönemi için önemli bir isim olmuştu...

26 Mayıs 2023 Cuma

ADAMIN BİRİ VARMIŞ, ÖLMÜŞ


ADAMIN BİRİ VARMIŞ, ÖLMÜŞ

“To be or not to be. This is question.” William Shakespeare’in sözleri ile insan hayatının en derin sorunlarından biri böyle dile getirilmişti. Var mıyız? Var olmamız, “olmak” kavramının içini nasıl dolduruyor? “Adamın biri varmış, ölmüş” fıkrasına tam olarak buradan da yaklaşabiliriz. Gelin bu cümleyi şuna çevirelim: “adamın biri varmış, yokmuş.” Cümle birden var olmak ve yok olmak üzerine kuruluverir. Ara-parantez açıp masalların o açılış cümlesine de bir bakmak isterim. “Bir varmış bir yokmuş” diye açılan cümlede “to be or not to be” anlamı saklı mıdır? Belki de saklıdır. Varlık-yokluk tartışmasının bir yerine bu masal açılış cümlesini yerleştirebiliriz gibi duruyor. Bu da konumuz olan cümleyi bize genişletme imkanı sunabilir. “Bir varmış bir yokmuş, adamın biri varmış, ölmüş/yokmuş” cümlesi bize ne anlatır. Gündelik olarak bu adamın biz olduğunu kabul etmemiz çok zor olabilir. Şayet yok olacağımız gerçeği, 'modern' dünyada kabul etmesi kolay bir fikir değil, sermayede bu fikre kapılmanızı istemeyecektir. Faniliğimizin farkında olmak düşünce yapımızı değiştirmek için sağlam bir gerekçedir. Modern felsefe Descartes ile özdeşleşen bir varlık sorgusuyla başlar ve düşünce üzerinden öznenin inşa edildiğine tanık oluruz. Tek emin olabileceğimiz, düşünebilen bir öznenin varlığı oluverir: "cogito ergo sum". Bu düşünce tarihsel olarak büyük bir etkiye sahiptir, sinemadan bir örnek vermek gerekirse, bu elbette Matrix olurdu. Düşünen öznenin makinelerce köle olduğunu unutturmak ve en yüksek verim almak için oluşturulan bir sisteme hapis edilmesini çarpıcı bir şekilde sunar. Matrix sistemi içinde özne varlığını devam ettirir, öznenin varlığı dışında her şeyin sanal gerçekleştiği bir dünya. Hadi kapitalizme gömelim! Ama önce ampulleri söndürün!


Bu yazıda özneyi konu almak amaç değildir, yine de özne ile iyi bir giriş oldu sanırım. Başka bir öznenin var olduğuna ve var olmasına rağmen yok olduğunu, ancak yok olan bir öznenin geride kalan öznelere etkisi konusunda hatıralar üzerinden bir deneyim sunacağım. “Varmış, ölmüş” üzerinden acıklı ama güldüren bir yapı kurmak istemiştim. Mevzu birden var olmak ya da olmamak mevzusuna döndü. Bu da kendi yazı yazmam ile dalga geçtiğim bir kısım olsun. Zihnim zihnim gel birazda takılalım. Ampulü unutma!


Adamın biri varmış, ölmüş başlığını atma sebebim kendi hayatımın tam ortasıyla ilgili. Belki doğru belki yanlış bir bakış, tam da varlığımı noktaladığım anılara dayanıyor. Çünkü doğduğumdan itibaren(o anı hatırlayan ile karşılaşmadım, hafıza ile ilgili çalışmalar bu anıları unutmak üzerine insanın programlandığı üzerinedir) hayatınızda olduğunu bildiğiniz birinin yok olmasına dayanıyor. Sokaktan bir adam geçiyordu, öldü; sokaktan geçen adamın kafasına saksı düştü, öldü cümlesindeki o espri bu anıda yok gibi, en azından benim için; çünkü tam da babamın ölümünden bahsediyorum. Altı yaşımın ortasındayken babamın trafik kazasında ölümü ile yüz yüze geldim. Sokakta bir adam geçiyordu, öldü cümlesi benim hayatımda şöyle şekillenmiş oldu, “kamyon kullanan bir adam vardı, öldü.” O adam benim babamdı. Sanırım cümle trafik kazasının detaylarını anlatmak konusunda yetersiz. Aklınızdan bir çocuk geçirin ve elindeki kamyonları birbirine çarpıştırarak oynadığını görebiliyor musunuz? İşte hayat oyunu tam da böyle bir çarpışmayı hayatımızın tam ortasına atıverdi. Yazıda mizah ögesi gittikçe yok oldu sanırım, maruz görün insanın babasının ölümü üzerinden mizah yapması kolay olmuyor. Tamam beee, maruz görmezseniz görmeyin. Hayatın esprisi böyledir ama adamın biri varmış, ölmüş. “Alp Er Tunga öldü mü?”


“Adamın biri varmış, yokmuş” cümlesi insanın hayat çizgisine işaret eder ve bir yerde her insanın fani olduğuna vurgu yapar; insanlık bilebildiğimiz kadarıyla Gılgamış’tan beri ölümsüzlük peşinden koşar, ölümsüz varlıkları hayal dünyalarında yaşatırlar. Belki de tanrının ölümsüz olduğu fikrinin altında bile böyle bir mantık vardır. İnsanlar ölümü hatırlamak istemez, hep yaşayacağını, çok uzun ömür süreceğini düşünür. Kapitalist sistem yaşadığı sürece ölümle ilgili sorunum yok, hatta bir nebze içimi rahatlatıyor, ölecek olmanın huzurumuza bir katkısı dahi olabilir, bu sadece bir bakış açısı meselesidir. Ölüm yüce bir şey demiyorum, kapitalist sistem ölümden kötüdür, diyorum. Please! Karıştırmayalım.


Ben öldüğümde yaşam deneyimim sona erecek, eğer bu deneyimi bir yerlere yazmazsam veya benim yerime bir başkası yazmazsa ya da bir yerlere kaydedilmezse, bu deneyim uçup gidecek, bir çocuğun uçurtmasını elinden kaçırması gibi uçup gidecek. Gerçi günümüz dünyasında bir insanın tamamen yok olup gitmesi zor, instagrama, facebooka, twittera yüklenen gönderiler de hayatımıza dair belirli kırıntılar olarak kalacak, tabi birilerinin dikkatini çekerse bu durumun bir anlamı olacaktır. Gerçi öldüğümüz zaman o anlamı umursamamız gerekmeyecek. Aslında hayatta umursadığımız ve çekindiğimiz durumları ölünce bir anlamı olmayacak diye yapmamız daha iyi olabilir. Yine de başkasını denize itmeyin! İşin çok acayip yönlerinden biri de şu, benim babamın ölümüne yüklediğim anlam ve benim gibi birkaç kişinin daha yüklediği anlam, biz öldüğümüzde yok olup gidecek. Bu bir o kadar dehşet verici ve bir o kadar da komik(ya da absürt), işte tam varmış-yokmuş meselesi burada saklı. Adam ölmüş rahat bırak diyen var mı? Sana ne lan, ölen adam benim babam, senin baban mı?(kardeşcağızlarım bu yazıyı okursa, benim babam diyecektir, o ayrı, orayı karıştırmayın şimdi).


Benim babam komik adamdı, evet altı yaşındaydım ama üç beş anımız da var. Hadi mizah yapayım diye değil de yaptıklarıyla komikti, birazda absürt halleriydi bunlar. Bir hacımurat araba alınmıştı, sanırım dedem almıştı. Evler çok yüksek olmayan bir dağ yamacındaydı, arabayı yamaçtan boşa alıp salmış, tarla ile yol arasına konulmuş çalılara hızlıca girmişti. Elbette amacı dönüp yola girmekti, çalıya girmek değil. Belli de olmaz belki de çocukluğundan beri o anı hayal ediyordu. Diğer anının hiç çocukluk hayali olduğunu sanmıyorum. Baya baya travma anısıdır. İki anı var aklımda ikisi aynı güne mi ait? Emin değilim. İlk anı, köyün aşağı camisinin önündeki yokuşta gerçekleşti. Kış günüydü ve araba kardan yokuşu çıkamamıştı ya da tam burada arıza yapmıştı ki ancak böyle diğer anıyla birleşmesi makul olabilir. Birileri gelip, arabayı itmişti, biz de arabanın içindeydik. Evet bu anıda bir travma söz konusu değil, normal bir şekilde bir araba arıza yapmış ve bir takım insanlar onu itmeye çalışıyor, komikte değil. Peki gelin bir de birleştirdiğim anıya bakalım, köyün petrol tesisi ve tamirhanesi dip dibeydi, petrol tesisinin olayla neredeyse hiçbir alakası yok, en azından benim hatıram açısından, biz de hala arabadayız, ne hikmetse. Bizim peder, arabayı tamirhaneye getirdi, beklersin ki tamirci işini yapsın, bir de bakıyorsun peder arabanın altına girmiş. Zemindeki çukurun üstüne araba park edilmiş, çukura girmiş, biz hala arabadayız. Anılarımda arabanın arızasının ne olduğuna dair hiçbir şey yok, anının bu kısmını da hiç merak etmemişim anlaşılan, tek bildiğim arabanın gaz kaçağının kontrol edilmesi gerektiği, Türkler gaz kaçağını nasıl kontrol ederler? Ampul yandı değil mi diyeceğim de ampul diyesim yok. Bizim peder, bu işi tam bir Türk mantığıyla yani çakmakla yapıyor. Buradan sonrası travma kısmı, arabanın altından yanan bir adam çıkıyor. Adamın biri varmış, yanmış. O adam benim babam. Kış ayındayız, yerde belirli bir kar var, bağıran bir adam, karda yuvarlanmasını söyleyenler, yanlış hatırlamıyorsam üzerine battaniye atılıyor. Elinde kürekli bir adam anımda belirli belirsiz, sanıyorum biz hala arabadayız. Anılar arasında geçiş yapıyoruz, mekiklerinizi kontrol ediniz. Evdeyiz, minderde oturuyor, acayip bir şekilde babama baktığımı hissediyorum, şayet tam da hatırlamıyorum ama az buçuk yanık izleri gözümün önüne geliyor. Ne dersiniz, babam bir alem adammış galiba. Siz siz olun çakmakla gaz kaçağı kontrolü yapmayın. Ampulleri söndürün.


Kaybolan silgiye çözümü de basit babamın, boynuma iple bağladı. Herhalde onu da kaybetmeyi başarmışımdır, böyle şeylerde üzerime yoktur. Yine bir gün annem evi terk etmiş, anladığım kadarıyla, en azından anlatılanlar o yönde, evi sık sık terk edermiş. Biz bu sefer arabada değiliz. Ortada muhtemelen araba yok. Şayet bizim köyde taktak, kimi yerde patpat denilen bir araç var. Bu aracı bir motor kasasının pancar motoru suretiyle binek bir araca dönüştürüldüğünü düşünerek tahayyül edebilirsiniz. Aracın kendisi bir mizah unsurudur, pancar motoru önündeki belirli bir yuvarlığa, o yuvarlağı çevirecek bir aletin sokulması ve çevrilmesi ile çalışıyordu. Bu motorun daha sonra kuyudan su çekilmek üzere de kullanıldığını gördüm. Hayır, aynı pancar motorundan bahsetmiyorum. Bir de bu motorların iple çevrilip çalışanları vardı. Google amcaya taktak yazarsanız belirli bir görseller çıkıyor, anlamlandırmanıza yardımcı olabilir ya da boş verin keyfinize bakın. Hacı, paşa keyfin bilir. Konu buraya nereden geldi, hah, annem evi terk etmiş, aç bir şekildeyiz, babamda bir yere gitmiş, akşam saatinde geliyor. Açız, hanım ortada yok, bir şeyler yapması lazım, ataerkil toplumda bir erkek sonuçta, pasta börek yapmasını bekleyemeyiz, çocukken hayır demezdim galiba. Menemen benim için önemlidir, peder soğanlı mı yaptı hatırlamıyorum ama menemen soğanlı olur kardeşim. Küçük tüpleri bilirsiniz, doğalgazlı evde doğmuş z kuşağı bilir mi bilmem. Küçük tüp diye yazın bir yere, illaki karşınıza çıkar. Küçük tüpün üzerinde bir tava yardımıyla menemen pişiyor, pencerenin köşesinde onu yiyoruz. O yüzden bir menemen sadece bir menemen değildir. Ama menemen soğanlı olur. Evet sıkı tutunun hava karanlık, taktak dediğimiz aracın üstündeyiz, belirli yerlerde annem aranıyor. İşin sonunda annemin eve geldiği muhakkak ama anının devamı ben de yok güzel kardeşim. Menemen soğanlı olur. Baya ürün yerleştirme gibi oldu, neyse geleneklerimizi korumak yönünde bla bla...


Sarılma anısı var aklımda daha doğrusu kucağına aldığı bir an, evin önüne bir siyah tel çekilmiş, çamaşırlar asılıyor belli ki. Böyle söylüyorum, o teli kullandığımıza dair bir imge yok zihnimde. Sanırım top oynuyoruz ya da başka bir şey ile evin önünde vakit geçiriyoruz. Babam geliyor, ya kamyonu aldığı zamanlar ya da bilemiyorum, yanına koşmuş olmalıyız, beni kucağına alıyor, sonuçta en küçük veledim. Zikrettiğim teli kaldırıp, üzerimizden geri atıyor, hatırladığım budur. Şuan zihnime birkaç parça anı daha geldi ama çok bir şey yok, evin önündeki eşiğe çimento döküp mala ile düzelttiğini hatırlar gibiyim. Eğer yaptığı yere basmışsam, bir mizah çıkabilir ama inan hiç hatırlamıyorum. Pederden yediğim ilk tokatı da hatırlıyorum, ablamı kızdırmışım, olayın o kısmı hiç yok, tokatı yiyorum. Demek ki bizim peder ablamı seviyormuş, eee ben de seviyorum, demek ki bir ortak özelliğimiz daha varmış. Televizyon programına çıkıp, Mehmet Ali bey aileme selam söyleyebilir miyim? diyenler gibi olacak ama olsun ablama selam olsun, ferman padişahınsa dağlar bizimdir, tasarruf zamanı ampulleri kapatın.


Tarladayız, bizimkiler yevmiyeli başkasının tarlasında çalışıyorlar, pancar söküyorlar. Sökülen pancarlar, traktör kasalarına yükleniyor. Ben de bir iki pancar sökme işine dahil olmuşum, sanıyorum birkaç pancarı yaralıyorum. Toprağın altındaki pancarı çift çatallı bir alet ile söküyorlar, doğru yerden toprağa sokulmazsa pancarın böğrüne geliyor. Elime bir çatal alıp, denedim gibi ama tam da emin değilim. Bu anının asıl kısmı, patronun olduğu bir ortamda, bu çocukta çalıştı muhabbeti dönüyor, 5 yaşında mıyım acaba, düşünün ne kadar tatlıyım. Patron büyük adam, daha altı sıfır atılmamış, 150000 lira harçlık veriyor. Babama veriyorum, o para bana daha sonra 250000 lira olarak dönüyor. Pancarı yaralıyorum ama böyle bir anı yanıma kar kalıyor. Bizim peder sigara içiyordu, bir kez de bira içtiğini gördüğümü hatırlıyorum, alkolle arası nasıldı bilmiyorum. Sigara içmesinden dolayı da şöyle bir anı ben de kalmış, kasabanın belediyesinin yanındayız, arkadaşlarıyla konuşuyor, o sıra sigaraya ihtiyacı oluyor. Sigara almaya ben gidiyorum, eğer yanlış hatırlamıyorsam son anılarımızdan birisi olabilir. Şayet Samsun 2000 sigarası istemiş olmalı. Tabi emin değilim. Sigara içmek istemiyorsanız ampulleri ne yapacağınızı biliyorsunuz.


(Buraya üç beş anı daha girebilirdim ama şimdilik onları es geçiyorum.)


İnsanlar evin etrafında toplanmış, ağlamaklı, annem bir duvarın köşesine çökmüş, ağlamaklı, ben ortalıkta dolanıyorum, altı buçuk yaşındayım, yolun yarısı. Ne olduğuna anlam vermeye çalışıyorum ama veremiyorum. Şayet babamın ölümünden haberim yok, ortalıkta dolaşıyorum, bir ona gidiyorum bir buna neler oluyor yüce Zeus!(Tabi daha o zamanlar Zeus ile tanışmadık). Bir kartal marka aracın evin önüne geldiğini, yanlış hatırlamıyorsam cesedin(kuru kuru ceset diyorum ama o benim babamın cesedi) araçtan çıkarılıp dedemlerin evine alelacele sokuluşunu izliyoruz. Canım halam evleneli birkaç yıl olmuş, belki olmamış, elinde kundaklık bebek, baygınlık geçiriyor, çocuğu alelacele tutuyorlar. Birileri aralarında cesedi çocukların görüp görmemesini tartışıyor ve üç kardeş cesedin karşısında, ben hala olayın farkında değilim. Belki hala da değilim. Bu an çok kısa bir an belki. Babamızı gördüğümüz son an ve bizim pederin son esprisi. Bu son espri güldürmüyor. Şimdi düşünüyorum da bizi köy mezarlığına götürdüler mi? Yoksa başkasının cenazesi ile mi karıştırıyorum, o belediyenin gasilhane araçlarında cesedini yıkadılar mı, yoksa başka bir cenaze ile mi karıştırıyorum? Bilmiyorum ama işin sonunda üzerine toprak atıldığı ortada. Evin üstündeki tarla alanının bir kısmına üzerinden çıkarılmış olan kıyafetleri gömerlerken yanlarında olduğumu hatırlıyorum ve hafıza ekranları yeniden kapanıyor. Evet o adam benim babamdı. Adamın biri vardı, ölmüş. Bir varmış bir yokmuş, adamın son esprisi güldürmemiş.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder