Şulgi Silindiri |
Sümer kültürünün toplu oluşturduğu dinde yüzlerce ilah vardı. Bunların en önemlisi tanrı listelerinin başında yer alan, gök ile tasavvur edilen An, hava ile tasavvur edilen Enlil, su ile tasavvur edilen Enki ve büyük ana tanrıça Ninhursag’dır. Nanna(Sin), Utu ve İnanna ile beraber “yazgıları belirleyen” yedi tanrıyı oluşturmaktaydılar. Metinlerden anlaşıldığına göre Anunnaki ismi verilmiş, 50 tanrıyı kapsayan bir tanrı grubu vardı. Ayrıca metinlerde daha küçük bir öneme sahip olmakla beraber İgigi isimli bir tanrılar grubu vardı. İyiliğin ve doğruluğun kökeni tanrılar olduğu kadar, kötülüğün ve yalanın kaynağı da tanrılardır.
Sümer inancında evrenin yaratımına dair detaylı metinler bulunmaz. Sümer yazıcıları anlatmak istedikleri bir hikâyenin başına gelenek olarak, çok kısaca evrenin oluşumu ve büyük tanrıların görevine dair bilgiler verir. “Gök yerden uzaklaştıktan sonra,/ Yer gökten ayrıldıktan sonra,/ İnsanın adı konduktan sonra;/An göğü ele geçirdikten sonra,/Enlil yeri ele geçirdikten sonra[…]” Metinde yerin ve göğün bir olduğu, daha sonra ayrıldığı ve insanın ortaya çıktığına gönderme vardır. Arkasından An, göğü ele geçirirken Enlil’de yeri ele geçirir. Metnin devamında Ereşkigal’in “kur” isimli canavarı ile Enki’nin savaşı anlatılır. Enki’nin denize açıldığına gönderme yapması, Enki’nin su ile ilişkili konumuna gönderme yapıyor olabilir. Sümer isimlerini veren bir tablete göre Nammu, “gök ve yere yaşam veren ana” olarak betimlenmiştir. Yani gök ve yeri Nammu meydana getirirken, onların hâkimi An ve Enlil olmuştur. Enlil’e dair bir mitte-ki Samuel Noah Kramer “kazmanın yaratılışı” olarak adlandırır-, yer ile göğü ayıranın Enlil olduğunu öğreniriz. Ama bu metin Enlil Sümer panteonunun başına geçtikten sonra yani daha geç bir geleneğin ürünü olmalı. Daha erken gelenekte yer ve göğün kim tarafından ayrıldığı belirsizliğini korumaktadır.
Önce ilksel deniz vardı, ilksel deniz yer ve göğün bir arada olduğu kozmik dağı meydan getirdi. Göğü An temsil ediyorken yeri Ki temsil ediyordu ve onların birleşmesinden Enlil(hava tanrısı) vücut bulmuştu. “Kazmanın yaratılış” mitine dayanarak yer ve göğü ayıranın Enlil olduğu düşüncesindedir. An göğün hâkimi olurken, Enlil’de yerin(Ki) hâkimi olur. Bu düzenin ortaya çıkmasından sonra insan ve onun kültürel hayatı ortaya çıkar.
Mezopotamya’da evren genelde üç bölümden oluşur: gök, yer ve onun altında yeraltı dünyası. Enlil ve Ninlil eştirler; onlardan ay tanrısı Nanna meydana gelmiştir; Nanna ve onun eşi Ningal’den ise güneş tanrısı Utu meydana gelmiştir. Sümer panteonu oluştuğunda dünyayı düzenleyen Enlil olacaktır, aynı zamanda Enlil’in onayı ile Enki’de dünyayı düzenleyen tanrıdır. Daha erken Sümer geleneklerinde Enki tek başına ulu tanrı olarak dünyayı düzenlemektedir. Enlil ve Enki dünyayı düzenlemeleri için bazı tanrılara görev verirler.
Sümer panteonları, saray hiyerarşisi gibi tasarlanmıştır. Bir şehrin hükümdarı olan üst bir tanrının altına alt tanrılar yerleştirilmiştir. Alt tanrılar, üst tanrıya hizmet etmek için vardırlar. İnsanlara kültürü bağışlayan tanrılar, üst tanrılardır. Daha üst panteonlar kurulduğunda ise, şehir tanrıları kültür verebilmek için, panteonun ulu tanrılarından onay alması gerekecektir. Bir metin, Enlil’in izni olmaksızın, hiçbir şehrin kurulamayacağına işaret eder. Şehirlerdeki bütün faaliyetler tanrı izni ve onun bahşetmesi ile yapılabilirdi. Tanrılar ise insanlar gibi düşünülüyordu, bedenlerinin elbise giymesi, vücutlarının barınması, karınlarını doyurmak için yemek yemeleri gerekiyordu. Tanrılar konuşuyor, gülüyorlar, ağlıyorlar, seviyor ve nefret ediyorlardı.
Sümer inancı açısından insanın önemi tanrılara hizmet etmek, onlara yiyecek sağlamak, barınak sağlamaktı. Ölümden sonra ise insan, “karanlık ve kasvetli ölüler diyarına” gidiyordu. Tanrı Utu onları yargılıyor ve Nanna yazgısını belirliyordu. Ölüler Diyarı Ereşkigal ve Nergal tarafından yönetilmekteydi. Sümer inancı açısından insan, tanrıların onlara buyurduğu buyrukları yerine getirmekle görevliydi. Sümer inancında önemli tanrılar dışında her insanın kendi kişisel tanrısı vardı. İnsanın acıdan ve hastalıktan kurtuluşu için kişisel tanrısına yakarması gerekiyordu. Bir metinde yapması gerekenler şöyle aktarılır: “Adam tanrısının yüceliğini sürekli dile getirsin, /Genç adam tanrısının sözlerini alçak gönüllülükle ululasın,/ Dürüstlük ülkesinde yaşayan kişi inlesin,/ Şarkı evinde (?) dostunu ve yoldaşını avutsun (?),/Yüreğini yatıştırsın.”
Şimdi ise tanrıları uzlaştırıcı panteonun oluşmadığı dönemlerdeki duruma bakalım. Tanrıları uzlaştıran Panteonun oluşması ancak kent-devleti döneminden, bir kent-devletinin diğer kent-devletlerini hâkimiyetine alması ile başlayacaktır. Kentlerin oluşumunda en önemli yapıların tapınakların olduğu anlaşılmaktadır. Kent idaresinin ideolojik yapısında tapınak ve kentin tanrısı önemli bir konum işgal ediyordu. Çünkü insanları bir arada tutarak, tarımın devamının sağlanması, artı ürünün depolanıp ticaretinin yapılabilmesi için kurumsal bir yapıya ihtiyaç vardı. Bu sorunu kent tanrısı veya tanrıçası üzerinden çözmeyi başardılar. Üretilen mallar kent tanrısı tarafından kabul edilip, insanlara dağıtılıyordu. Bu yüzden tapınak yapıları zaman içinde devasa mekânlara dönüşerek kentin merkezi konumuna yükseldiler. Yani insanları bir arada tutan, üretimin devamlılığını sağlayıp, artı ürünün çıkmasını sağlayan ve bunun ticaretinin yapılmasını sağlayan ideolojik yapıyı kent tanrısı üzerinden din sağlıyordu. Tapınak yapısının işlemesi için tapınak idarecilerine ihtiyaç olduğu için yeni bir grup ortaya çıktı: tapınak idarecileri.
Ayrıca kentin tanrı veya tanrıçasının kentin koruyucusu olarak, kenti kurduğuna inanılırdı. Uruk koruyucu ve kurucu tanrısı Nanna, Uruk’un koruyucu ve kurucu tanrısı İnanna, Nippur’un koruyucu ve kurucu tanrısı Enlil’di. İdari ve yönetimin ideolojik desteğini sağlayan yapı tapınaklar olacaktır. İnsanlar koruyucu ve kurucu tanrılarının, kent-devletlerinin tanrılarının uzlaştırılarak panteonlarını oluşturulmasından önce, insanlar gibi bir aileye sahip olduklarını düşünerek, onlara yaşayacak yer yapma ihtiyacı duymuşlardı. Tapınaklar aynı zamanda tanrıların eviydi, bu evde eşleri, çocukları ve hizmetkârlarıyla yaşıyorlardı.
Toplum geliştikçe ve tarım üretiminin artması ile kent devletleri arasında çatışmalar meydana geldi. Tapınak idarecisinin yönettiği kent yönetimi yerini savaşçı bir hükümdara bırakacak durumun oluşması böylece meydana geldi. Bu durum kentte iki gücü ortaya çıkaracaktı; biri tapınak, diğeri ise hükümdarın nezdinde saraydı. Biri gücünü savaştaki yeteneğinden alırken, diğeri ilahi bir lütuf olarak tapınağın yönetiminde bulunuyordu. M.Ö. 2400 civarında Lagaş’ta gerçekleşen olaylar tapınak ve saray arasındaki ayrılığı çözdü. Son Lagaş yöneticisi Uruinimgina kendisine ait olan toprakların yönetimini alıp, Ningirsu’ya(kentin koruyucu tanrısı) vermişti. Görünüşte kentin tanrısı Ningirsu’ya verilen mal ve mülkün yönetim hakkı tapınakta değil, bizzat tanrı Ningirsu’dan yönetme yetkisini alan kralda yani sarayda olacaktı. Tapınağın yönettiği topraklarda bu yolla saraya bağlanmış oldu. Saray dünyevi malların hepsine hükmetme yetkisi olan kurumdu. Mezopotamya’da yönetimde bulunan krallar bu yolu takip ederek dünyevi iktidar ile ilahi iktidarı birleşik halde ellerinde bulundurdular. Hepsi güçlerini tanrıdan aldıklarının iddiasındaydı ve tapınak mallarının kontrolünü ellerinde bulundurdular. Tek yapmaları gereken askeri olarak başarılı olmaktı. Güney Mezopotamya’daki bu duruma karşın Kuzey Mezopotamya’da tapınağa nazaran saray en başından etkindi. Hükümdarlar yine de Dagan tapınağında ant içerlerdi, ne kadar saray hâkim olsa da tapınağın toplumu bir arada tutmada burada da rolü vardı.
Üçüncü Ur Hanedanı döneminde Ur hükümdarları, Gılgamış’ın annesi ile babası olan Ninsun ile Lugalbanda’yı tanrısal anne ve babası olarak ulularlardı. Gılgamış ise kralın kardeşi olarak tanıtılırdı. Ayrıca, Üçüncü Ur Hanedanı döneminde, -Akadlı Naram-Sin’den sonra-, hükümdar Şulgi tanrı ilan edilidi ve ardılları tahtta oturduklarında tanrı olarak kabul edildiler. Bu tanrı anlayışı bir kent-devleti tanrısı olmaktan ziyade tüm ülkenin tanrısı olma iddiasını içermekteydi. Bu yeni siyasi arenada yeni bir ideolojik faaliyetti. Hâkimiyet altında tutulan kentlerin bir arada tutulması amaç ediniliyordu. Krallar kendi çocuklarını kültlerin yüksek görevliler veya rahip-rahibeleri yapıyordu. Tapınaklar inşa ederek, tanrısal meşruluklarını göstermeye çalışıyorlardı. Şulgi’den itibaren tanrı olan kralların adına kültler kuruluyordu. Kentlerde krallar adına tapınaklar yapılıyor, heykelleri dikiliyordu. Kralların tanrı olduğu isimler ile halkın her kesimine de indirilmek isteniyor olmalıdır. “Şulgi benim tanrımdır” anlamına gelen benzeri isimler yaygınlaşmıştı. Bu uygulama Üçüncü Ur Hanedanı döneminden sonra devam eden bir uygulama olmadı.
Kraldan dilek için yazılmış bir metinde, kralın İnanna ile kralın bağlantısına dair bulgu bulunması yanında, İnanna’nın kahramanı olarak tasvir edilir. Kralın kendini Anu’nun oğlu olarak gördüğüne dair bilginin arkasından, kralın sözünün, tanrı sözü gibi değiştirilemez olduğunu görürüz. Yukarıdaki bilgilerle beraber metni okuduğumuzda kralın tanrısal yönünü gösteren bir metindir: “Laciverttaşından sakalı olan rengârenk gözlü kralım konuş; Güzel bir günde parlayan altın heykel[…]bayağı bir ağılda büyümüş, inanna'nın saf rahmine girmiş. Efendi, İnanna'nın kahramanı, söyle: Sen (kararında) kendini Anu'nun oğlu bildin. Buyrukların tanrı sözü gibi değiştirilemez. Sözlerin cennetten yağan yağmur gibi sayısız. Hizmetkârın Urşagga der ki: "Kralım beni esirgedi, Ur'un bir 'oğlu'yum ben. Simdi kralım gerçekten Anu'nunsa eğer, Babamın evinin yıkılmasına izin vermez, Babamın evinin temellerini yıkmaz. Kralıma sunarım." ('Bu benim dileğim')”
Üçüncü Ur Hanedanı kralları ne kadar tanrı olarak kendilerini sunsalar da kendilerinden büyük tanrılar olduğunu kabul ediyorlardı ve ilahilerde meşruluğunu dayandırdıkları bir gelenek vardı. Kraliyet soyundan geldiklerini, tanrısal bir şekilde doğduklarını, en yüksek tanrılarca göreve getirdiklerini vurguluyorlardı. Kralın, tanrılar dünyası ile insanlar arasında bir aracı görevi gördüğü de vurgulanırdı. Kutsal evlilik şenlikleri, halka İnanna’nın hükümdarları desteklediğini göstermek için yapılmaktaydı. Ayrıca, hükümdarın bilgeliğini tanrıça Nisaba’nın kendisinden esirgemediğini öğrendiğimiz metin şöyledir: “Gençken tablet evinde(okul) Sümer ve Akkad tabletlerinin yazma sanatlarını öğrendim, ileri gelenlerden hiç kimse benim gibi yazamazdı, insanların yazma sanatı öğrenmek için gittiği yerde, toplama, çıkarma, sayı sayma ve hesap -hepsini (bütün dersleri) belledim; Adil Nisaba(yazma sanatlarının baş tanrıçası), Benden bilgelik ve zekâyı esirgemedi.”
İbbi-Sin döneminde Elam saldırısı, Üçüncü Ur Hanedanı’nın yıkılması ile sonuçlanacaktır. Som hükümdar İbbi-Sin’in ise yakalanıp, Elam’a götürülür, orada ölecektir. Hem Ur kentinin yakılması, hem de Üçüncü Ur Hanedanı ismi verilen devletin yıkılması, Mezopotamya’da tanrıların kenti terk etmesi ile anlatılacaktır. Kentin tanrıçası Ningal’in kenti terk etmesine ağıt yakılmıştır. Ningal kenti terk etmiştir, Ningal’in geri dönmesi ve Ur kentinin eski ihtişamına ulaşması için An ve Enlil’e dua ederler.
Yasin Çetin, Mezopotamya ve İran Mitolojilerinde Tanrı Anlayışı, Konya 2019, s. 28-32.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder