“DÜNYANIN EN GÜZEL TARİHİ” KİTABI VE İNSANIN TARİHİ; Görsel Kaynağı: Medium |
Nesnelerden oluşan bütünün ilkeleri atomlar ve boşluktur.
Demokritos[1]
***
1996 tarihinde “La Plus Belle
Histoire Du Monde” ismiyle Fransa’da yayınlanmış olan kitap, 2003 tarihinde
“Dünya’nın En Güzel Tarihi” ismiyle İstanbul’da birinci baskısını yapmıştır.
Kitapların basım tarihleri önemlidir, neredeyse her gün genel bilgimize bir
yenisini katmakla beraber, bilgi üzerinden yaptığımız yanlış muhakemeleri
gözden geçirmekteyiz. Örneğin, bundan beş yıl önce yani 2015 yılında Homo
Naledi olarak isimlendirilen yeni bir insan türü keşfedildi, 1996 tarihinde
basılmış bir kitapta, doğal olarak bu bilgi yer almayacaktır. Her yazılan kitap,
yazıldıktan sonra bazı anlamlarda güncelliğini kaybediyor, demek yanlış
olmayacaktır. Kitaplardan bilgi alırken, mümkünse konuya dair akademik
makaleler, mümkün değilse en azından güvenilir ‘popüler’ bilim veya bilgi
organlarından yararlanmakta fayda var.
Dünya’nın En Güzel Tarihi[2]
kitabı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’nın çeşitli konularda çıkardığı,
“…En Güzel Tarihi” serisi içerisinde yayınlanmış bir eserdir. Serinin formatı,
konuya dair üç uzman ile yapılan söyleşileri kapsamaktadır. Bu anlamıyla seriye
popüler bilim serisi diyebiliriz.
Dünyanın En Güzel Tarihi kitabında, Dominique Simonet isimli bir yazar,
konularında uzmanı olan kişilerle soru-cevap yapıyor. Üç bölümden oluşan eserin
ilk bölümü “Evren” başlıklıdır ve bu bölümde astrofizikçi olan Hubert Reeves
soruları yanıtlıyor. İkinci bölüm ise “Yaşam” başlığını taşıyor; ödüllü bilim
yazarı ve organik kimya uzmanı Joel de Rosnay soruları yanıtlıyor. Üçüncü ve
son bölüm ise “İnsan” başlığını taşımaktadır; meşhur Lucy’yi keşfeden ekip
arasında yer alan Yves Coppens soruları yanıtlıyor. Her bölüm kendi içinde üç
ayrı başlığa ayrılıyor. Birinci bölüm, “Kaos”, “Evren Yapılaşıyor”, “Ve Dünya”;
ikinci bölüm, “İlkel Çorba”, “Yaşam Yapılaşıyor”, “Canlı Türlerinin
Fışkırması”; üçüncü bölüm, “Afrika’daki Beşik”, “Atalarımız Örgütleniyor”,
“İnsanın Dünya’yı Ele Geçirişi” alt başlıklarına ayrılıyor. Sade dilde
hazırlanmış olan kitabı, üstte verilen başlıktaki konuları merak edenlerin
okumasını tavsiye ederiz. Kitabın 1996 tarihinde yayınlanmış olmasını göz önüne
alarak bazı bilgilerin güncellik kazandığının altını çizmeyi yararlı buluyoruz.
“DÜNYANIN EN GÜZEL TARİHİ” KİTABI VE İNSANIN TARİHİ; Görsel Kaynağı: İş Bankası |
İlk bölümün konusu evrenin ortaya
çıkışını ve bu andan itibaren gerçekleşen olaylar hakkında bilgi vermeyi
amaçlamaktadır. Evrenin 13.8(+/-) milyar yıl önce oluşmaya başladığını ve
evreninde evrim mekanizmasının olduğunu biliyoruz. Demokritos’un ve atomcu
filozofların, “her şey atomlardan meydana geliyor” öngörüsünün artık doğru
olduğundan eminiz. Fakat bununla kalmayarak atomun yapısını, atom altı
parçacıkların işleyişleri hakkında fikirlerimiz var. Kuarkların, proton ve
nötronları; proton ve nötronların çekirdeği; çekirdeğin eloktronlarla beraber
atomu; atomun molekülleri oluşturması, ayrıca evrenin oluşmasından dünyanın
oluşmasını içeren konular birinci bölümde ele alınmaktadır. Bu konular hakkında
daha fazla bilgi edinmek isteyenlere, ayrıca İstanbul Teknik Üniversitesi’de
Fizik öğretim üyesi olan Kerem Cankoçak’ın “Maddenin Evrimi” ve “Cern ve Büyük
Patlama” kitaplarını öneririz.
Kerem Cankoçak, Maddenin Evrimi |
İkinci bölümde yaşamın ortaya
çıkışı ele alınmaktadır. Atomlardan moleküller, moleküllerden hücrelerin nasıl
oluştuğu, cansız maddeden nasıl canlılığın oluştuğu, bilimsel deneylerle
bunların nasıl ortaya koyulduğunu öğrenmekteyiz. Sadece yaşamın değil, yaşama
elverişli bir dünyanın nasıl oluştuğu da anlatılmaktadır. Bu araştırmaların 4.5
milyar yıllık bir süreyi incelediklerini unutmamalıyız. Hâlihazırda virüs
gündemi varken ikinci bölümde yer alan virüs alıntısına yer verelim:
“Bugün virüslerin ilkel değil, tam tersine en üst düzeyde yetkinleşmiş yapılar oldukları; fazla yer tutan hantal üreme düzeneklerini atıp sadece en gerekli gereçlerle kalmak ve böylece daha büyük bir etkililiğe ulaşmak yönünde evrilmiş hücrelerin ardılları oldukları düşünülüyor! Yani bunlar, ‘yaşamsal minimum’ düzeylerine inmek üzere, sonradan ‘bile bile’ yalınlaşmış hücreler oluyorlar.”[3]
Virüs; Evrim Ağacı |
Fotosentez ve solunumun ortaya
çıkması ile bitki ve hayvanların oluşmasının yolu açılmıştır. Hem fotosentez
hem de solunum aynı “ata” molekülden ortaya çıkmışlar. Rosnay bu olguyu, “hayvanlar alemiyle bitkiler alemi arasındaki
ayrışmanın keskinleşmesi”[4]
olarak sözcüklere döküyor. Çok ilginçtir ki fotosentez olmasaydı, ozon
tabakamız da olmayacaktı! İkinci bölümün ikinci kısmını Rosnay şu tespiti ile
bitirir:
“Bize bir sürü rastlantıdan doğmuş gibi görünüyorsa bu, girildikleri halde hiçbir yere çıkmamış milyonlarca yolu unuttuğumuz içindir. Öykümüz kurgulayabildiğimiz tek öyküdür. Bize bu kadar olağanüstü görünmesinin nedeni de budur.”[5]
Çevre koşullarından korunmak ve
varlıklarının devamını sağlamak için hücreler bir araya gelecekler, her hücre
kendine görevler edinecek ve bunun sonucu olarak çok hücreli canlılar
oluşacaktır. Cinselliğin oluşmasının anlatıldığı soru-cevaplardan sonra ölümle
ilgili bir soru sorulur, Rosnay bu soruyu,
bireyler için bir armağan olmasa da tür için bir primdir, şeklinde
yanıtlar:
“Ölüm de cinsellik kadar önemlidir: Doğanın gelişmesini sürdürebilmek için ihtiyaç duyduğu atomları, molekülleri, mineral tuzlarını yeni baştan dolanıma sokar. Sayıları Büyük Patlama’dan beri değişmeden kalmış olan atomları dev ölçülerde bir yeniden harmanlama sürecine tabi tutar. Ölüm sayesinde canlılar dünyası kendini yenileyebilir, adeta yeniden doğar.”[6]
Görsel Kaynağı: Evrim Ağacı |
Arıların ve karıncaların topluluk
halinde hareket ederek başarılarının anlatıldığı kısımların ardından, bir
zamanlar Dünya’nın hâkimi olan dinozorların 65 milyon yıl önce yok oluşlarına
değinilir. Karikatürlere de yansıyan meşhur göktaşı, 5 km çapında olup, Meksika
Körfezi’ne, Yucatan Yarımadası’nın dibine düşmüştür. Dinozorların sonunu
getiren göktaşının düşmesinden ziyade, çarpmanın etkisi ile yeryüzünde
gerçekleşen felaketler(dinozorlar için) dinozorların sonunu getirmiştir.
Gezegenin diğer tarafından magma fışkırmaları gerçekleşmiş, dünya çapında
yangınlar çıkmış, ortaya çıkan karbondioksit ve toz tabakaları Dünya’yı kalın
bir örtü gibi sarmıştır. Önce karanlık ve soğuk, ardından ise sera etkisinden
doğan şiddetli bir ısınma… Sadece dinozorlar değil, birçok canlı hayatını
kaybediyor. Lemurgiller isimli canlılar kaya kovuklarına saklanmayı
başarıyorlar. İşte memelilerin ortaya çıkmasını garanti altına alan canlılar
Lemurgiller’dir:[7]
“Eğer dinozorlar ortadan yok olurken lemurgiller hayatta kalmamış ve sığındıkları kovuklarda yabani yemişlerle beslenmemiş olsalardı, biz gene Dünya’da olmayacaktık.”[8]
İkinci bölümün üçüncü kısmının sonlarında yer alan bir cümle evrimin
aşamalarını da özetlemektedir:
“atom molekülde, molekül hücrede, hücre organizmada, organizma ise toplumda…” [9]
Hücre |
Kitabın üçüncü bölümü “İnsan”
başlığını taşımaktadır ve asıl üzerindeki durmak istediğim bölüm de burasıdır.
Bu bölümde maymunlar ve insanların ortak atadan nasıl ortaya çıktıkları, hangi
nedenlerle farklı evrim çizgisi izledikleri tartışılmaktadır. Afrika’daki
“Yüksek maymunların”, “ön-insanlar”a ve oradan da “insan”a evrimleşmeleri
anlatılır. Ve burada kastedilen bugün televizyonlarda veya hayvanat bahçesinde
gördüğünüz maymunlar değil, onların da atası olan kuyruksuz maymunlardır.
TÜM TÜRLER ORTAK ATALARI PAYLAŞIR! |
İnsanların atasını bulmayı
amaçlayan araştırmacılar, ilk olarak Neanderthal fosilleri ile karşılaşmış ve
bu türün insanın akrabası olduğu fikrini kabul etmek istememişlerdir. Çok uzun
yıllar sonra ancak, Neanderthal türünün Homo Sapiens türünün akrabası olduğu
kabul edilmiştir.
Neandertaller Yaşasaydı, Muhtemelen Böyle Gözükecekti! |
70 milyon yıl önce oluşan doğa
şartları, böcek yiyicilerden ilk maymunların ortaya çıkmasını sağlayacaktır.
İlk çiçekli bitki florasının ortaya çıkması ve ilk meyve çağının başlaması, ilk
maymunların meyve ile beslenen varlıklar olmasına giden yolu açacaktır.
Besinini değiştiren bu canlıların anatomisi de değişecektir. Kuzey Amerika’da
Kayalık Dağlar’da fosilleri keşfedildi, ağaçlarda yaşadığı, meyve ile
beslendiği ama aynı zamanda böcek yemeye de karşı olmadığı anlaşıldı. Fare
boyutlarında olan canlıya “Purgatorius” ismi verildi.
Aegyptopithecus |
Ancak 35 milyon önce “yüksek maymun”
diyebileceğimiz türlerin ortaya çıkışı görülür. Bu gelişen tür Afrika’da
yaşamaktaydı. Bu çağda bir kuraklığın baş gösterdiği tespit edilmiştir.
Mısır’ın Kahire dolaylarındaki Fayyum Havzası’nda ve Umman’da, kedi boyunda,
uzun kuyruklu, iri ve sivri suratlı, kafatası 40 santimetre küp olan ve dört
ayaklı bir maymun yaşıyor. İlk olarak Mısır’da bulunduğu için “Aegyptopithecus”
ismi verilmiştir. Ardılı olan “Proconsul” türü 150 santimetre küp beyni ile
daha güneydeki ormanlarda yaşamaktaydı. Birkaç türden oluşan bu türün en büyük
boyutları şempanze boyutunu geçmemektedir. Proconsul türü, 17 milyon yıl önce
gerçekleşen, Afrika-Arabistan tektonik levhasının, Avrupa-Asya levhası ile
bitişmesine ‘tanık oluyor’. Avrupa ve Asya’ya yayılma imkânı bulan Proconsul,
yeni türlere evrimleşebilecek şartlara da ulaşmış oluyor: Kenya’da
Kenyapithecus, Avrupa’da Dryopithecus ve Asya’da Ramapithecus.
Proconsul |
Proconsul |
Maymunların ortak atası için, “Sivapithecus, Kenyapithecus, Uranopithecus,
Gigantopithecus, Oreopithecus ve Otavipithecus gibi adlar verilen yeni bulunmuş
türlerin her biri sırayla bu rolü oynadı. Maymunlarla insanların ortak atası
işte bunlardan biri” der Coppens.[10]
15 milyon yaşında olan Kenyapithecus bunlardan birisi, ağaçlarda yaşıyor, dört
ayaklı, zaman zaman ayağa kalkabiliyor, 300 santimetre küp beyni var,
kuyruksuz, bazen ormanda bazen savanda yaşıyor. Meyvenin yanında yumru ve kök
yiyor. Ve topluluk halinde yaşıyor.
Kenyapithecus |
7 milyon yıl önce, Afrika’da
insan ile maymun türlerinin iki farklı evrim dalına ayrıldığı, ortak atadan iki
türün gelişim gösterdiği muhakeme edilmektedir. Söyleşinin yapıldığı tarihte
ele geçen fosil sayısının 250.000 olduğu, bunun 2000 kadarının ön-insan ve
insan türüne ait olduğu ve çoğunun 2 ile 3 milyon yılına ait olduğu
belirtiliyor. Bulunan fosillerle ilgili genel değerlendirme şöyle:
“insanın ataları oldukları belirlenen fosillerin bulundukları yerleri çabucak gözden geçirelim: 7 milyon yıllık fosiller sadece Kenya’da bulundu. 6 milyon yıllık, sonra 5 milyon yıllıklar da öyle. 4 milyon yıllıklar Kenya, Tanzanya ve Etiyopya’da; 3 milyon yıllıklar Kenya, Etiyopya, Tanzanya, Güney Afrika ve Çad’da; 2 milyon yıllıklar da aynı bölgelerde, ayrıca birkaç yontulmuş taşla birlikte Avrupa ve Asya’da… 1 milyon yıllıklar ise bütün Afrika, Avrupa ve Asya’ya yayılmış. En sonra da Avustralya ve Amerika’ya çıkıyoruz. Bütün bu haritaları kronolojik sıraya göre dizip film sahneleri gibi arka arkaya bir ekrandan geçirin, insanın yeryüzüne yayılışının tarihini elde edersiniz ve şu sonuca varmak zorunda kalırsınız: İnsan Afrika’da küçük bir ‘ocaktan’ yola çıkmış, yavaş yavaş Afrika’nın bütününe, sonra Dünya’ya yayılmış; şimdi de adım adım Güneş sistemine giriyor…”[11]
Rift Vadisi |
7 milyon yıl önce, sık ormanlarla
kaplı Afrika’da yeni bir doğa olayı gerçekleşiyor; Doğu Afrika’daki Rift vadisi
çöküyor. Bazı kenarlarının yükselerek bir duvar oluşturduğu görülüyor. 6000 km
uzunluk ve 4000 metre derinlikte bir kırılma(fay) oluşuyor. İklimde büyük
değişmeler meydana geliyor, Afrika’nın batısında yağmurlar devam ederken, doğusunda
yağmurlar gittikçe azaldı, ormanlar geriledi, flora değişime uğradı. Batı
kısmında kalan canlılar eski yaşamlarına devam ederken, doğu kısmındakiler
yaşam alışkanlıklarını değiştirmek zorunda kalıyorlar. Savan ve sonra da step
ortamına uyum sağlamak zorundalar. Afrika’nın batı ile doğu arasındaki bu
farklılaşma iki ayrı yoldan bir evrime yol açıyor: “Batılılar bugünkü yüksek maymunların, şempanze ve gorillerin ataları
oluyorlar; Doğulular ise ön-insanların, sonra da insanların…”[12]
Rift Vadisi |
Kuraklığın evrimleşmedeki
faktörünü Coppens, “bizi karakterize eden
bütün özellikler, dik duruşumuz, her şeyi yiyebilen(omnivore) beslenme
biçimimiz, beynimizin gelişmesi, aletlerimizin icadı, bütün bunlar daha kurak
bir ortama uyum sürecinin sonuçları oluyor. Doğal ayıklanma mekanizmasının klasik
örneği: Atalarımızdan küçük bir grup bu yeni ortamda daha başarılı olmak
bakımından üstünlük sayılabilecek karakterlere genetik olarak sahip olunca,
üyesi olarak bulundukları toplulukta yavaş yavaş çoğunluk sağlıyor; zira
ötekilerden daha uzun süre yaşayabildiklerinden, aynı karakterlere sahip daha
kalabalık genç kuşaklar doğurabiliyorlar”[13]
şeklinde açıklar. Yeni tür, ayağa kalmak suretiyle daha uzağı görmeyi, savunma
veya saldırmayı, besin ya da yavrusunu taşımayı gerçekleştiriyor. Terlemeyi
kolaylaştırmak içinse kıllarını yitiriyor. Ön-insanlar, ayakta durabiliyor, ayakta kalıyorlar; iskeletleri iki ayakta durmalarına göre şekillenmiştir.
Rift Vadisi |
Rift Vadisi |
Tanzanya’da bulunan fosilleşmiş ayak izleri, çaprazlama şekildedir. Coppens, bu
ayak izlerinin belki de birbirine tutunarak yürüyen Australopithecus’lara ait
olabilir, diyor ve “alkol tüketiminin
başlangıcı sanıldığından çok eski dönemlere kadar çıkıyormuş meğer!”[14]
şakasını aktarıyor. 8 ile 1 milyon yıl öncesinde, Afrika’nın tam bir türler
fışkırmasını yaşadığı tespit ediliyor. Türlerin çoğu da birbirleri ile çağdaş
olarak yaşamlarını sürdürüyordu. Günümüzden önce 4 milyona kadar giden
Motopithecus, Ardipethecus gibi isimler verilen türlerin varlığı biliniyor.
Australopithecus’ların 4 ile 1 milyon yıl arasında yaşadığı gösteren kanıtlar
var. Afrika’da bölgeler havzalar şeklinde ayrıldığı için çeşitlenme de bir o
kadar fazla olmuştur. Mesela, Anamensis ismi verilen tür, Turkana Gölü
havzasında; Afarensis ismi verilen tür ise Afar Havzası’nda yaşıyor. Coppens,
eldeki “fosillerimiz büyük akrabalık
ilişkilerini saptamamıza olanak” sağlaması açısından yeterlidir, diyor.
Görsel Kaynağı: Evrim Ağacı |
Lucy’i keşfeden ekip içinde
Coppens bulunduğu için, sorular Lucy’e yöneliyor. Lucy’yi 1974 yılında
Etiyopya’da keşfediyorlar. Yanlarındaki bir kaset ile dinledikleri, Beatles’ın
“Lucy in the sky with diamonds”[15]
şarkısından etkilenerek, keşfe “Lucy” ismini veriyorlar. Yerliler ise değerli
kişi anlamına gelen “Birkineş” ismini vermeyi tercih ediyorlar. Lucy, bir
metreden daha fazla boylu değil, hafif kambur, başı küçük, elleri dalları
tutabilecek şekilde, iki ayaklı ve ağaçlara tırmanabiliyor. Kısa ama hızlı
adımlar ile ve belki de yalpalayarak yürüyordu. Meyve ile beraber yumru kökleri
yiyor. 20 yaşına doğru öldüğü düşünülüyor. Lucy muhtemelen bizim geliştiğimiz
evrim dalına değil de bir yan dala aitti. Australopithecus anamensis veya
africanus’un özellikleri insana daha uygundur. Bir özellik aynı anda farklı
türlerde de gelişebileceği için insanın gerçek atasını kestirmek o kadar da
kolay değil, Coppens’a göre.
Lucy |
Anamensis’in yaşı 4 milyon ve iki
ayaklı özelliği insana daha fazla benziyor, bu yüzden Coppens bu türe yakınlık
duyduğunu, belirtiyor. Australopithecus türlerini önceki türlerden ayıran
özellikler, daha iyi yürüyüşçüler, 500 santimetre küp kadar beyinleri var,
çiğneme ve öğütmeye göre dişleri gelişim göstermiş, meyvelerin azalmasından
dolayı daha sert ve lifli besinlerle yetiniyorlar. Fosilleri 3 milyondan daha
eski ve ayrıca aynı döneme ait yontulmuş taş parçaları ele geçti. Bu
Australopithecus’un alet kullandığını göstermektedir. Yontulmuş taşları, et
kesmekte, kök ve yumruları soymakta kullandıkları anlaşılıyor. Ayakta kalmayı
başaran Australopithecus ellerinden yararlanarak alet geliştirme fırsatı
buluyor. Maymunların tek parçalı bir aleti kullanabildikleri biliniyor(taşla
kabuklu yiyecekleri kırmak gibi) fakat birleşik bir alet yani bir başka aletle
başka aleti birleştirerek yeni bir alet yapma özelliğine sahip olmadıkları, bu
aşamaya gelmedikleri de görülüyor. Yeni türlerle Australopithecus’ların 2 milyon
yıl kadara uzanabilecek bir çağdaş yaşamı olabileceği düşünülüyor ve çoğunlukla
rekabet içinde olmaları için bir neden yok. Farklı bölgelerde yaşarken kimi
zaman karşılaşmış, bazen birbirlerine temas etmeden geçip gitmiş olmaları bazen
de ufak sürtüşmelerin yaşanmış olabileceğini tahayyül etmemek için bir neden
yok.
İnsanın Evrimi |
Yeni insan türü, omnivore
biçiminde beslenme özelliğine sahip, hem bitki hem de et ile beslenebiliyorlar.
Coppens belki de bir Australopithecus’un yavrusunu avlayıp yemiş
olabileceklerini söylüyor. Fakat böyle bir durumun istisnai olarak gerçekleşmiş
olabileceğinin de altını çiziyor. 1 milyon yıl önce Dünya, kuraklaşıyor ve
serinliyor. Yeni koşullara Australopithecus’ların uyum sağlamakta gittikçe
zorluk çektiklerini tahmin etmek zor değil:
“insanların aksine, içinde yaşadıkları ekolojik ‘yuvayı’ aşamıyor, çevrelerine aşırı ölçüde bağlı kalıyorlar. O zaman bu türler daha az doğurgan oluyor ve birkaç yüz bin yıl sonunda sönüp gidiyor. İnsan ise yerleşiyor, kendini kabul ettiriyor; daha büyük, daha dik duruyor, beslenmesi daha çeşitli, et yiyebiliyor, gayet ‘çıkarcı’ ve aletleri de gittikçe gelişip çeşitleniyor.”[16]
3 milyon yıl önce
Australopithecus, ön-insan ve ilk insan(homo) türleri bir arada yaşamaya
başladı. İnsan türleri, Homo Habilis, Homo Eructus, Homo Rudolfensis ve Homo
Ergaster(bu kitabın yayınladığı zaman bilinmeyen türlerin olduğunun altını
çizmek isterim) olarak isimlendirildiler. Bu isimler Coppens’a göre aynı insan
türünün çeşitli evrim aşamalarını gösteriyor. Bu türün özelliklerini Coppens, “ayak insangillerin en son kazanımlarından
biri, tamamen özel, insana özgü, parmakları birbirine koşut, iki-ayaklılık
nedeniyle benimsenip yerleşen organ. Ön üyeleri(kolları) atalarınınkilerden
daha narin, daha az sağlam; buna karşılık arka üyeleri daha sağlam ve iyi
oturmuş, zira ağaçlara daha az tırmanıyor. Çenesi daha yuvarlak; omnivore
beslenmesi nedeniyle, kemirici ve köpekdişlerine göre daha gelişmiş(azıdişleri
Australopithecus’unkilerden daha küçük); ve elbette beyni çok daha büyük, kıvrımları
da daha karmaşık[17]”
şeklinde sıralamaktadır.
İnsanın Evrim |
2.5 milyon yıl önce önemli bir
iklim bunalımı gerçekleşecek, büyük bir kuraklık görülecek, fauna ve flora
değişecektir. Hayvan ve bitki toplulukları değişiyor, ağaçlar yok oluyor,
ağaçların yerini tohumlu bitkiler alıyor, bununla beraber birçok hayvan türü de
ortadan kalkıyor. Australopithecus’lar sert ve lifli besinlerle; insanlar ise
omnivore yani bitki ve etle beslenme rejimine geçmek zorunda kalıyorlar. İnsan
türü avladığı hayvanı ailesi ile paylaşmaya başlıyor. 2 milyon yıl öncesinde
ilkel barınak ve korunak yapmaya başlıyorlar. Coppens, kuraklığın bireyleri
birbirine yaklaştırdığını, gebelik süresi azaldığı için anneyle yavrunun bir
arada kaldığı sürenin uzadığını, belki de babanın bir üreme mevsimi boyunca,
anneyle yavruya yakın durmuş olabileceğini, erkek ve kadın arasındaki
duyguların bu dönemde doğmuş olabileceğini, söyler.
Üçüncü bölümüm üçüncü kısmına
geldik, insanın türünün dünyaya yayılışı konu ediliyor. 20-30 kişilik gruplar
halinde yaşayan insan, nüfus artıkça bölünme ihtiyacı duyuyor, ayrılan grup
geçimini başka bir yerden sağlamak zorunda, eski grubundan onlarca kilometre
uzağa yerleşiyor. Oppens insanın yayılma hızını, “kuşak başına 50 kilometrelik bir yer değiştirme-ki hiç de fazla
sayılmaz- beşikleri olan Doğu Afrika’dan Avrupa’ya 15.000 yıldan az bir sürede
varmalarına yeterlidir. 15.000 yıl bizim tarihlerimizdeki hata paylarının bile
altında bir sayı. Böylece, Afrika’daki beşikten yola çıkarak Uzakdoğu’ya ve
Uzakbatı’ya kadar yayılacaklar, buralarda 2 milyon yıllık fosilleri ve
yontulmuş taş parçaları bulundu”[18]
şeklinde tasvir eder.
Homo Erectus’un 900 santimetre küp
beyni var, taşı taşla yontmak yanında, taş yontmada, ağaç ve boynuz parçası
kullanıyor. Ele geçen yontulmuş taşlar, çağdan çağa, insan türlerinin taş
yontmada sürekli ustalaştıklarını göstermektedir:
“3 milyon yıl önce, işlenmiş bir kilo çakıl başına 10 cm kesici bölüm elde edilmiş; ilk çift yüzlü yongalarda-aynı miktar için- 40 cm’ye, daha sonra Neanderthal’in aletlerinde (50.000 yıl önce) 2 metreye çıkıyor; Cro-Magnon’unkilerde(20.000 yıl önce) ise 20 metreyi buluyor. Zaman içinde ilerledikçe taş yontma tekniği yetkinleşiyor.”[19]
HOMO HABİLİS |
Homo Habilis türü bütün
etkinliklerini aynı alanda gerçekleştiriyordu, yiyecek, yontulmuş taş aletleri,
kesilmiş et artıkları gibi kalıntılar bunu gösteriyor. Homo Erectus türünde ise
Homo Habilis’e nazaran uzmanlaşma alanlarının oluştuğu gözlemlenmektedir.
Uyunan, yemek yenen ve taş yontulan yerlerin ayrı yerlerde yapıldığı
anlaşılmaktadır. Bazı kalıntılar zaman ilerledikçe aralarındaki mesafenin
arttığını ve hatta birkaç yüz metre ara bırakılan kanıtlar görülmektedir. Ve
kamp alanlarında ocağa rastlanmaya başlayacaktır. Coppens, Homo Erectus’un
ateşi keşfetmesini şöyle tasvir ediyor:
“500.000 yıl öncelere doğru. Aslına bakılırsa ateş bundan çok önce de evcilleştirilebilirdi ama ‘toplum’ henüz buna hazır değildi. Ateşe egemen olunmasının ‘yumuşak vurucu’ ile Levallois tekniğinin bulunmasıyla aynı zamana denk gelmesi rastlantı değil. Belki kafası iyi çalışan kimi bireyler taş yontmanın daha iyi ve etkili bir yöntemini daha önce de bulmuşlardı, ama toplumlar böyledir: Anlamaya hazır olmadıkları bir yeniliğin bulucusuna kulak asmazlar. Yeni fikrin uygulamaya konulup yayılması için topluluğun bütünün de belli bir olgunluk düzeyine erişmesini beklemek gerekir.”[20]
HOMO ERECTUS |
Homo Erectus türünden Homo
Sapiens türü gelişecektir, Afrika ve Asya’da gerçekleşen bu evrimleşmenin
yanında Avrupa’da Neanderthal türünün geliştiği görülecektir. Coppens,
Neanderthal türünün ise Homo Habilis türünden evrimleşmiş olabileceğini
söylüyor. Art arda buzul çağları zamanında Homo Habilis türünün bölgede bir
anlamda mahsur kaldığı söylenebilir. Bu ayrık bölgedeki tür, diğer kıtalardaki
türlerine karşı farlı çevrede yaşadıkları için, farklı bir evrim çizgisi
izlediler. 2.5. milyon önce oluşan bu şartlarla ortaya çıkan Neanderthal türü
35.000 yıl önceye kadar varlığını devam ettirecektir. Cro-Magnon ismi
verilen(Cro-Magnon isimli köyde keşfedildiği için bu isim verilmiştir) Sapiens
türüyle, Neanderthal türü bir arada yaşamayı başarmıştır. Cro-Magnon adamı
40.000 yıl önce Asya ve Afrika’da evrimini geçirmiş ve Avrupa’ya göç etmiştir. Coppens’a
göre bu iki türün yaşam biçimleri ve aletleri birbirine benziyor.
Neanderthaller, becerikli, yaratıcı, gelişmiş bir dile sahip, ölülerini
gömüyor, koleksiyon yapıyor, yassı yongaya dayalı taş yontma becerisine
sahipler. Neanderthal türünün ortadan kalkmasına dair Coppens, “bana kalırsa Neanderthal gürültüsüzce
ortadan çekiliyor. Cro-Magnon biyolojik ve kültürel bakımdan ondan daha iyi
donanımlı. Yarışma olduysa bile, şiddete başvurma olmamıştır sanıyorum. Her ne
hal ise, süreç ikisinden birinin üstün gelmesiyle sonuçlanıyor işte”[21]
değerlendirmesini yapıyor ve toplu öldürmeye dair ilk kanıtların 4000 yıl önce
maden çağında görüldüğünü, söylüyor.
Neandertal |
Cro-Magnon 40.000 yıl önce mağara
duvarlarına resim yaparak hayal güçlerini dışa vurmaya başlıyorlar. Gelişmiş
bir beyne ve daha gelişmiş bir simgesel düşünme becerisine sahip. Cro-Magnon
sanatsal girişimleri yanında Neanderthal’lerinde meraklı olduğu, koleksiyon
yaptıkları, kolye yaptıkları, müzik aletleri(düdük, kaval) yaptıkları
biliniyor. Bu dönemlerde öteki dünya fikrinin oluşmuş olabileceğini gösteren
etkinlikler gerçekleşmiştir. Gömülme ritlerinin sanatsal etkinlikle beraber
yapıldığı görülmektedir. Cro-Magnon’un vücudunda gerçekleşen evrim hakkında
Coppens, “iskeleti ve kasları biraz daha
incelip narinleşiyor; dişleri küçülüyor, sayıları da azalıyor. Gebelik süresi
de kısalıyor. Anayla çocuk birbirine daha yakın oluyor, eğitim öğretim süresi
uzuyor” değerlendirmesine, “nüfus da
hızla artıyor. 3 milyon yıl önce Afrika’nın bir köşesinde 150.000 insan var; bu
sayı 2 milyon yıl önce tüm gezegende birkaç milyona, 10.000 yıl önce de 10 ile
20 milyona çıkıyor. 200 yıl önce 1 milyarı, bugün ise 6 milyarı buluyor”(1996)
şeklinde devam ediyor.[22]
Üçüncü bölümle ilgili kısma, Coppens’ın ırk kavramı üzerine söyledikleriyle
bitirelim:
“Botanik ve zooloji terminolojisinde, ‘ırk’ bir alt-türdür. İnsana uygulanması abartma olur. Hepimiz sapiens sapiens’leriz. Elbette bireylerinin birbirlerine başka topluluk üyelerinden daha yakın ve benzer olduğu birçok insan grupları vardır; ama insan ırkları diye bir şey yoktur. Karışım o kadar derin olmuş ki, dokular, hücreler ve moleküller düzeyinde bu ayrımların hiçbir anlamı yoktur.”[23]
Cro-Magnon Duvar Çizimi; Lascaux Mağarası |
134 sayfalık bu eserin üç bölüm haricinde bir sonsöz kısmı var. Buradan dikkat çeken iki alıntıya yer vereceğim. İşin aslı ilk sorunun cevabını ve son sorunun cevabını sizlere sunmuş olacağım. Joel de Rosnay evrimi kültürün devraldığına dair şunları dile getiriyor:
“Parçacıklar, atomlar, moleküller, makromoleküller, hücreler, birçok hücreden yapılmış ilk organizmalar, birçok organizmadan oluşan topluluklar, böyle topluluklardan oluşan eko-sistemler, sonra da bugün artık biyolojisini dışa vuran insan… Evrim elbette sürüyor sürmesine, ama bugün daha çok teknik ve toplumsal bir nitelik kazanmış. Doğadan nöbeti kültür devralıyor.”[24]
Hubert Reeves’ın Dünya’nın ve
insanın geleceğine dair değerlendirmesi ile kitaba son noktayı koyuyor:
“Karşımızda şimdi şu temel ve belirleyici
soru var: Kendi gücümüzle bir arada yaşayabilecek yetenekte miyiz? Yanıt hayır
ise, evrim biz olmadan devam edecek demektir. Sisypos gibi, kayamızı yokuşun
başına kadar çıkarmış, ama orada elimizden kaçırmış olacağız. İnsana acı
geliyor değil mi? Bugünkü durumumuzun ağırlığı hakkında hiç kendi kendimizi
aldatmayalım. Ama buna karşın gene de iyimser olmak zorundayız. Fazla geç
olmadan gezegenimizi kurtarmak için her çareye başvurmalıyız. Biz mirasçılarız
ve miras aldığımız şeyden sorumluyuz. Bu güzel Dünya tarihinin devam etmesi
için gerekeni yapmak bizim görevimiz.”[25]
Gordon Childe’ın “Tarihte Neler
Oldu” isimli kitabını okumaya başlayarak, insanın kültür tarihini daha iyi
anlamaya başlayabilirsiniz.
[1] Leukippos-Demokritos, Atomcu Felsefe Fragmanları, (Der. ve
Çev. C. Cengiz Çakmak), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2019, s.
19; Ayr. Bkz. Diogenes Laertios, Ünlü
Filozofların Yaşamları ve Öğretileri, (Çev. Candan Şentuna), YKY, İstanbul
2003, s. 458.
[2] Hubert Reeves, Joel de
Rosnay, Yves Coppens, Dominique Simonnet, Dünyanın En Güzel Tarihi, (Çev. İsmet
Birkan), vı. Baskı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2018.
[3] Aynı eser, s. 58.
[4] Aynı eser, s. 61.
[5] Aynı eser, s. 65.
[6] Aynı eser, s. 71.
[7] Aynı eser, s. 78-79.
[8] Aynı eser, s. 80.
[9] Aynı eser, s. 82.
[10] Aynı eser, s. 93.
[11] Aynı eser, s. 93.
[12] Aynı eser, s. 95.
[13] Aynı Eser, s. 96.
[14] Aynı eser, s. 100.
[15] Aynı eser, s. 101.
[16] Aynı eser, s. 106.
[17] Aynı eser, s. 107.
[18] Aynı eser, s. 112.
[19] Aynı eser, s. 113.
[20] Aynı eser, s. 114-115.
[21] Aynı eser, s. 116-117.
[22] Aynı eser, s. 118.
[23] Aynı eser, s. 119.
[24] Aynı eser, s. 123.
[25] Aynı eser, s. 134.
Not: Bu yazı Eskiçağ Araştırmaları Dergisi, Şubat-Mayıs ayı, 19. sayısında yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder