obruk |
İzmir Saat Kulesi'nin dairesel zemininden gökyüzüne bakan üç arkadaş, güvercinlere yem atan insanların arasından bankanın önündeki gevrekçinin oraya gidip kumru istedikleri sırada, Konak Yalı Camisi'nin kubbesini işaret ederek dairesel olarak toplanmış güvercinlere baktılar. Kubbedeki güvercinler, saat kulesinin dairesel zeminine gidip karınlarını doyurup tekrar kubbenin üzerine gelip arkadaşlarına sokulup, muntazam dairesel yapıyı oluşturmayı sürdürüyordu. Kumrularını yiyen üç arkadaş Hükümet Konağı'nın yanından Kemeraltı çarşısına girdiler, kalabalığı yararak ilerliyorlardı. Sağlı sollu dükkanlar sıralanmıştı, Kemeraltı Camisi'ni sollarında bırakarak sağa döndüler Şadırvanaltı Camisi'ne kadar ilerleyen uzun yolu yürüyorlardı, sağ taraflarında Sinagogların olduğu Havra Sokağı'nı geçerek. Şadırvanaltı Camisi'nden sola döndüler, oradaki gevrekçiyi arkalarında bırakarak manifaturacıların arasından Kızlarağası Hanı'na doğru ilerlediler. Kına malzemesi dükkanlarını geçerek Hisarönü Cami'sine doğru döndüler ama Camiye varmadan Kızlarağası'na giden yola girdiler. Kızlarağası içerisindeki takıcılara bakıp, hanın ikinci katına çıktılar, antikacılara, plakçılara hafiften göz gezdirip, avluya bakan masalara oturdular. Kahverengi olan bu ahşap masalar, yer yüzü ile gökyüzü arasında yer alıyordu. Gökyüzünde bulutlar dans ediyor, kuşlar belirli hareketlerle sanki bir şeyler anlatmak istiyordu. Hisar Camisi'nin minaresinden gözler avluya doğru ilerliyor, yeryüzündeki hengameyi tablo ediyordu. Avlu insan kaynıyor, ahenksiz bir sese bırakıyordu kendisini. İnsanlar gündelik dertlerini, eğlencelerini, yapıp ettiklerini konuşuyor, biraz dedikodu etmekten geri durmuyordu. Hanın ikinci katında üç arkadaş kahvelerini isteyip, sohbetlerini ediyordu, kahveler içildi, fallar bakıldı, hikaye zamanı geldi. Fincan tabağında kahve dairesel bir yapı oluşturmuş, dairenin içinde ise elmaya benzer bir işaret ortaya çıkmıştı. Avluya yağmur damlaları inerken, gökten üç elma düştü, üç arkadaşın masasına...
***
Ali köydeki evinde uyanmış, traktörü ile tarlasına gitmek için yollara düşmüştü. Tarlaya vardığında, hiç beklemediği bir manzara ile karşılaştı. Tarlasında büyük bir obruk açılmıştı, muazzam bir daireyi andırıyor, Platon'un ideal dairesine benziyor ve bu daireye insanlar "obruk" diyorlardı. Ali babasının bir bin, bin bir emekle yetiştirdiği üç elma ağacını obruğun alıp götürmesine ayrı bir hüzünlendi. Rahmetli babasından kalan bu üç elma ağacını çok seviyor, elmalar olduğunda ağacın altında elmaların tadına bakıp babasını yad ediyordu. Güzel anılar içinde zihninde bir temaşa izliyordu. Şimdi ise burada kocaman bir çukur vardı. Anılarına sifon çekilmiş gibi hissediyordu, obruğun önünde oturup gözyaşlarını rahat bıraktı ve bir süre sonra gökyüzüne bakıp çığlığını salıverdi. Gökyüzü karşılık verdi çığlığa, yağmur damlalarını bırakıverdi. Ali obruğun önünde ağlıyor, gökyüzü sanki Ali'nin haline ağlıyordu.
Babasından kalan tarlayı kaybedince Ali, şehirdeki dayısının iş teklifini kabul etmeye karar verdi. Köyde kalsa ekecek arazisi yoktu. O yüzden birkaç ay sonra şehrin yollarına düştü. Dayısı bu obruk işine çok şaşırdı, demek obruk bizim oralara kadar geldi, dedi. Ali onayladı ve "geldi, geldi beni buldu" dedi. Ali'ye iş yerinde kalabileceği bir oda gösterdi dayısı, içeride yağ ve lastik kokusu karışımı bir koku vardı. Araba tamircisi başka nasıl kokabilirdi ki? Ali ilk başlar ayak işlerine baktı. Çayı demledi, dayısının evden getirdiği yemekleri tabaklara yerleştirdi, bulaşıkları yıkadı, getir götür işlerine baktı, postaya, bankaya gitti. Yavaş yavaşta işi öğrenmeye başladı. Tornavida, pense, ayarlı anahtarı falan biraz kullanmayı biliyordu, diğer aletleri de öğrenmeye başladı. Bu sırada Ali'ye 1+1 bir ev kiraladılar, Amerikan mutfaklı olanlardan. Ali'nin aklı mutfak ile salonun bir olmasını pek kavrayamadı. Köydeki baba evi, üç oturma odası, bir mutfak, tuvalet-banyodan oluşuyor, bu odaların hepsinin kapısı salona çıkıyordu ve salondan dışarıya çıkan bir kapı vardı. Kapıdan dışarı çıktınız mı sağında bahçeyi, solunda ise tepeyi görürdünüz. 1+1 evinin kapısından çıktı mı bir apartmanın koridorunu görüyor, zemin kattan yukarı çıkıp sokağa çıktığında ise dar bir sokakta binalar yan yana duruyordu. Köydeki kır kokusunun yerini ise anlamsız bir kokuya bırakmıştı, ta ki çöpün yanından geçinceye kadar, çöpün yanında derin bir kötü koku gelirdi burnuna, bir de egzozların kokusu ile karşılaşmak çok olağandı.
Ali zeki bir delikanlıydı, tarla işlerini de babasından çabuk kapmıştı, babası rahmetli olunca tarla işlerini bu yüzden yoluna koyabilmişti. Yine de maddi olanaksızlar babasından kalan tarlaların bir kısmının satılmasına sebep olmuştu. Bel bağladığı tarla ise obruğun kurbanı oldu, yani insanların sonsuz tüketim hırsının kurbanıydı. Sanayideki işleri de hızlıca kaptı, dayısı Ali'nin çalışkanlığından memnundu, çalışanlarından kayırıyordu, maaşını herkesin içinde diğerleri ile aynı oranda verse de kimse yokken ekstra bir zarf vermeyi ihmal etmezdi. Ali'de dayısını mahcup etmemek için ekstra özen gösterirdi. Bir gün bir arabanın altında vida sıkarken bir araba yanaştı, siyah tertemiz bir topuklu ayakkabının açılan kapıdan zemine uzandığını gördü.
Kadın şehir dışına gideceğini, arabanın bir kontrolden geçmesinin iyi olacağını söylüyordu dayısına, Ali kadından gelen sese büyülendi, kadını görmek için arabanın altından çıktı. Uzun mu uzun kumral saçları kadının kremsi paltosunun üzerine dökülüyordu. Gözleri kahverengiydi, kaşları ince, elmacık kemikleri biraz çıkıktık. Kadının elmacık kemikleri köydeki elma ağaçlarını hatırlattı Ali'ye ve annesinin hayıflanmaları aklına geldi, "ah yavrum, baban mürüvvetini göremedi, inşallah ben göreceğim" derdi. Hayat Ali'nin feleğini sarsmaya hep hazırdı, annesinin ölümü de babasının ölümü gibi içinde bir obruk oluşturmuştu. Arada babası ile annesinin mezarını görmek için köye gider, akrabalarını bolca tembihlerdi, mezarlarına ektiği elma ağaçlarını sulamalarını ihmal etmemeliydiler. Bu elma ağaçları obruğun götürdüğü ağaçların tohumlarından ekilmişti. Orada kadının elmacık kemiklerinde hayallere daldı Ali, dayısı durumu fark edince, Ali bize çay getir hadi dedi. İlk demesinde algılayamadıysa da ikinci demesinde kendine geldi. Gidip çayları getirip buyur etti.
Kadın kocasından bahsediyordu bu arada, dayısı Ali'ye "bak evliymiş" dercesine bir bakış attı ya da Ali öyle yorumlamayı tercih etti. Kadın gittikten sonra, dayısı düşündü taşındı, bir görücü usulü bir kız ile Ali'yi evlendirsek diye. Birini de buldular gibi oldu ama kızın babasının sanayici birine kızı vermek istemediği ortaya çıktı. Adam kendince haklıydı, sanayideki çalışanların gazinoya pek meraklı olduğunu duymuştu, karılarını aldatmak konusunda diğer erkeklerden daha ünlüydüler, adam içki içmenin bütün kötülüklerin pederi olduğu düşüncesindeydi. Dayısına üzerinize alınmayın ama bu iş olmaz, ben kızım için en iyisini isterim, dedi. Daha sonradan bu kızı bir öğretmen ile evlendirdiklerini duyacaktı dayısı ama damadı tanıyordu, bu adam da bu kızı üzmezse gelin benim yüzüme tükürün dedi. Ali'nin bu durma canı sıkkın değildi, pek gönlü de yoktu, ara ara elmacık kemikli kadını düşünüyordu, arkadaşları bunu adamın onu damat istemediği için üzüldüğüne yordular. Ali'yi bir gazinoya götürmeye karar verdiler.
Ali onları kırmak istemediği için tamam, dedi. İş çıkışı beş arkadaş arabaya sığışıp, şehrin kıytı köşesindeki gazinoya geldiler. Ortalarda bir masaya oturdular, sahnede dansöz dans ediyordu, ön masalar erkek kadın karışıktı, arka masalara gittikçe erkeklerin yoğunlukta oldukları masalar çoğalıyordu. Normalde bu beşliyi en arkaya atarlardı ama içlerinden biri garsonların bir kısmını tanıyordu, ufak bir avanta ile ortalardan bir masa kapabilmişlerdi. Ali burada ilk defa rakı içti, kendinden geçti, elmacık kemikli kadından, rahmetli babasından, rahmetli anasından bahsetti. Obruğa sövmeye başladı, ne güzel de köyünde mutlu mesut yaşıyordu. Üç elma ağacını aldı götürdü, tarlayı aldı götürdü diye ağlamaya başladı. Bir süre sonra masada sızıp kaldı, arkadaşları onu evine bıraktılar, Ali o gün bir kabus gördü.
Ali annesi, babası, elmacık kemikli kızla mutlu bir kahvaltıdan sonra tarlaya gidiyor, tarlada çalışıp yoruluyorlar ama mutluluklarına diyecek yok. Elma ağacı altında oturup çaylarını içerken şakalaşıyorlar birbiriyle. Anne-babası torunlarını ne zaman göreceklerinden bahsediyorlar. Allah'a torunlarının mürüvvetini görmek için dualar ediyorlar. Derken gökyüzünü karabulutlar basıyor, ne oluyor demeden sağanak yağmur kendini bırakıyor, şimşek görüntüleri ve ardından gürültüsü birbirlerine sarılıyorlar. Tam bu sırada tarlanın tam ortasında obruk oluşuyor. Ali, annesi, babası, elmacık kemikli kız, üç elma, torun hayalleri obruğun içinde kaybolup gidiyor.
Ali kabustan birden uyanıyor, gecenin ortası daha, deli gibi susamış, litrelerce su içiyor, sabaha kadar düşünüyor, bir de tuvaletin yolunu tutuyor, bu kadar su içersen ne olacaktı diyor kendi kendine. Kabus kendisini o kadar korkutuyor ki içkiye tövbe ediyor, ne diye içmişti ki zaten. Obruğun içine düşmekten o kadar çok korkmuştu ki sahne aklından çıkmıyordu. Gözyaşlarına boğulduğu bir sıra uyuyakalıyor, sabah olduğunda geç kaldığını fark ederek hızlıca evden çıkıyor, çöp kokusu midesini bulandırıyor. Sanayiye varınca kokudan kusup biraz rahatlıyor, dayısından bolca özür diliyor. Dayısı elemanlara kızıyor delikanlıyı gazinoya götürdükleri için ama bir yandan da yeğeninin yüzündeki pişmanlıktan memnun. Hanımının bahsettiği bir kadının fotoğrafını görünce dayısı heyecanlanıyor, elmacık kemikleri çok belirgin bir kız, tanıdık bir aileden, temiz bir kadın yetiştirdiklerinden emin. Ali'ye heyecanla bahsediyor, Ali'nin de içi ısınıyor duruma. Böylelikle istemeye gitmek için hazırlanıyorlar.
Çiçek, çikolata alınıyor, hamama gidip bir güzel temizleniyor, damat tıraşı olunuyor, berbere fazladan bahşiş veriliyor. Güzel bir takım elbise alınıyor Ali'ye, dayısı ile yengesi de şık giyiniyorlar. Arabaya binilip, dar sokaklardan geçiliyor, kızın evine varılıyor. İçeri buyur ediliyorlar, Ali kızı görünce memnun oluyor, köydeki elmalarını anımsatan cinsten elmacık kemiklerine hayranlıkla bakıyor. Dayısına keşke babamda bugünleri görseydi diyor. Dayısı da keşke anne-babanda görseydi diyor, Ali kafasını sallıyor, hoş sohbetten sonra kız kahveleri yapıp geliyor, kahveler içiliyor. Ali'nin elinde fincan tabağı dururken dayısı söze giriyor, "Allah'ın emri..." derken gökyüzünde bir şimşek çakıyor. Ali'nin elindeki kahve fincanı tabağının ortasından bir obruk oluşmaya başlıyor, obruk gittikçe genişliyor ve evdeki herkesi içine alıyor. Ali obruğun içine girmeden kızın yanaklarından üç elma havaya uçup kafasına geliyor. Ali bu sırada kabusundan uyanıyor. Şimdi nerede? İçki içtiği günün sabahında mı? Şehre geldiği ilk günde mi? Yoksa tarlaya gitmek için hazırlandığı günde mi? Ya da uyanıp babası ile annesinin yanında mı?
***
Masadaki üç fincandan birini gösteriyor hikayeyi anlatan arkadaşları, "aha kahvenin oluşturduğu daire gibi açılıyor obruk, Ali böyle kabusundan uyanıyor". Arkadaşlarından birisi "nereden uyduruyorsun böyle hikayeleri" diyor, diğeri de "efendi-i mabadından" diye cevaplıyor. Gülüşüyorlar ve Kızlarağası Hanı merdivenlerinde aşağıya inip, avludan çıkıp, Çankaya metroya gidiyorlar. Tam o sırada gökyüzünde bir şimşek çakıyor, Çankaya metronun ortasından bir obruk oluşmaya başlıyor, üç arkadaş üç elmaya dönüşüp, obruğun içinde Basmane'den saat kulesine kadar şehrin kısmıyla beraber yok oluyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder