EVİNİ ARAYAN ADAM |
Gökyüzünde ay temaşa-ı seyr-i alem etmekliğindeydi.
Yıldızların parıltısı ormandaki bir ayının üzerine vurmaklıydı. Bir ayı yıldızların
görüntüsünü yansıtan bir gölü izlemekte, pek yıldızları umursamaklı değil,
gözlerini arada görünen balıklara dikmiş, adeta bir kedinin güvercinlerini
izlemekliği gibi pür dikkat gözlerini göle dikmişti. Bu sırada gölün öteki
ucunda eskiden “bilinmeyen adayı aramak için kralın kapısını çalan adam” balık
tutmaktaydı. Balık tutan adamı pür dikkat balıkları izleyen ayı görseydi, hem
çok kıskanırdı hem de balıklarımı rahat bırak diye kafasına pençesini indiriverirdi velakin aralarında mesafe vardı. “Bilinmeyen adayı aramak için kralın kapsını çalan
adam” tuttuğu balıkların bir kısmını ormandaki canlılar yesin diye bıraktı. Bu
hareketi paleolitik atalarından kalma bir alışkanlıktı, avlanan hayvandan
doğaya bir kurban sunularak bir arınma amaçlanırdı. Gerçi adamın bu olaydan
haberi olup olmadığı muallaktı. Çok küçük yaşlarında dedesinden görmüş olsa da
asıl bu alışkanlığı babasından görüp, babasının bu hareketini devam ettirmiş,
kediler ile ileride kurduğu bağ ile de bu alışkanlığı kaçınılmaz hale
gelmişti, karısına bir gün “bu balıkları ayı yiyeceğine bir kedigillerden bir
kedi yer umarım” demişti. Karısının kedigillerden kedi nedir demesine, sonuçta
aslan bile kedi sayılır ama insan yanına yaklaşmaktan biraz tırsıyor açıkçası derken
hüzünlü görünüyordu, bir aslana sarılmak sanki tahayyülüymüş gibi bir tavır vardı
üzerinde.
Elinde balık kovasıyla ilerlemekliyken birden evin yolunun
değiştiğini fark etti. Normalde geldiği yerden evin bir kısmını görmesi
gerekiyordu, o noktada olduğundan emindi, bildiği ağaçlar hatta gözettiği
ağaçkakanın yuvasını görüyordu. Ama ev ortalıkta yoktu, görünmüyordu, neler
oluyordu anlayamamıştı. Biraz ilerledi, ağaçlara baktı, bildiği ağaçlardı,
yanından bir ceylan geçerken adamın dertli haline acımış olacak ki “evini
bulmak için önce kendini bulmalısın” dedi. Adam birçok tuhaflık görmüşlüğüne
rağmen ceylanın konuştuğuna şaşırdı. Ceylana “nasıl konuşuyorsun sen” diyecek
oldu ama cümlesini tamamlamadan ceylan ormanın içine karışmaklıydı. “Kendini
bulmak” dedi adam, ben kendimi bilinmeyen adayı ararken bulmamış mıydım? Sonra
düşündü gerçi ben o zaman ki ben miyim? Yoksa geçen yıllarda kendimi kaybetmiş
olabilir miyim? Derken gökyüzünden bir bulut, “herkes kendini bilebileceğini
sanır, oysa ki her an başkasıyızdır” dedi, mesela ben diye devam etti, kimi
zaman toprakta su olurum, buharlaşır gökyüzüne çıkar bulut olurum, bir de bakmışsın
yağmur olmuş toprağa yağarım, gerçi çamur olmayı sevmem ama o da benim
parçamdır vesselam, deyip arkadaşları ile beraber sağanak yağmur olup,
kendilerini gökyüzünden toprağa bıraktılar. Adam olduğu yerin su dolacağını
anlayınca, hızlı bir şekilde karşısındaki dağa doğru hareket etmeye başladı.
Dağdaki kayalıkları görünce, tamam bulut haklı, çabucak değişime uğramaklı ama
kayalar öyle mi değil, binlerce belki milyonlarca yıl kaya olmaklığını koruyor,
diye düşündü. O düşüne dursun, arkasından bir ağaç geldi, ağacın hareket etmesine
pek şaşıramadı, Ceylan’ın konuşmasından sonra neye şaşıracağını bilemez hale
geldi. Ağaç, konuşmaya başladı, eğer çocukken bir ceylanın konuştuğunu görsen
şaşırmayacaktın, çocukluktan itibaren ceylanların konuşmadığını gördüğün için
ceylanın konuşmasına şaşırdın dedi. Oysa kendini bilseydin, bunun zaten böyle
olduğunu idrak etmiş olurdun. Adam ağacın dediklerini dinledi, evimi nasıl bulacağım
demeklisine ağaç kendini bulacaksın demekliydi. Anlaman gereken bir bütünün,
bir zamanın ve bir mekanın seni sen yaptığıdır. Ağaç bu sözlerinden sonra
oradan gitmekliydi, adama nereye demeklisine, ormanımda hanımım bekler, kafama
kozalak atmasını istemem, geç kalmamalıyım diye cevap verdi.
Dağın başında tek başına kalmıştı, geri dönemezdi, her yer
su ile kaplıydı, içi hayvanlarla dolu bir gemi hareket etmekliydi. Suyun
yükseliyor olması, dağın zirvesine doğru gitmekliğini zorunlu kılıyordu. Karşısına
bu sırada kanatlı bir kedigil çıkmıştı, bu kendisini baya heyecanlandırdı,
kanatlı bir kedigil, çocukken çizdiği bir resim aklına gelmişti. Resmi gören
annesi, Sphenks denilen mitolojik varlıklardan bahsetmişti, bu yüzden bir
bilmece ile karşı karşıya kalacağını anladı. Kedigil, “Doğduğundan dört ayaklı,
yetişkinliğinde iki ayaklı ve ölüme yaklaştığında dört ayaklı olan canlı
hangisidir?” diye sordu ve adam biraz düşündü, sonra taşındı, biraz daha
düşündü ve sonunda “insan” cevabını verdi. Kedigil sorunun cevabını bildin yoluna
devam edebilirsin dedi ve eklemeyi ihmal etmedi ama kendini bulmazsan yol hiç
bitmez demekliyken kanatlandı. Tepenin karşısına geçerken bir köprüyü
kullanıyordu, bir adam gördü, adam buna, senden 40 akçe isterdim, köprüden
geçmezsen 40 kötek atardım ama Azrail başıma bela oldu, sahi sen benim yerime
ona canını verir misin? 40 kötek atar canını vermeye ikna ederdim seni ama
gönülden istemezsen bir faydası olmaz, var yoluna git, ben anama, babama, yârime
gideceğim, sen sen ol “kendini bil” yabancı dedi. Adamın arkasından bir şeyler
diyecek oldu ama kendinden dertli birini gördüğünü düşünerek çenesini tuttu.
Kendini bilmek, kendini bilmek diye tekrar etmeye başladı.
Gökyüzünden ay temaşa-ı seyr-i alemini bitirmek üzereydi,
güneş sırasının gelmesine sabırsızdı, ayı balıkları seyrine devam etmekliyken,
gölün yakınındaki kulübede bir kadın, “bilinmeyen adayı arayan adamın”
sayıklamalarına uyanıp, kalk adam kalk sayıklıyorsun, dedi. Adam uykusundan
uyanıp, ne sayıklıyorum demekliğine hanımı “kendini bil, kendini bil, kendini bil”
diye sayıklıyorsun dedi. Hanım acayip bir rüya görmekliydim, insanın evini bulması
için kendisini bulması gerektiğine dair bir macera içinde buldum kendimi. Acaba
kendiliğimi biliyor muyum? Diye sormaklığına kadın, onu bilmem de bugün üzüm
bağlarındaki üzümleri toplayacağız, belki de kendini bilmek üzümleri
toplamaktır, demiş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder