1954 tarihinde Atina'da Polikseni Katrancis ile mübadeleye tanıklığını anlatmıştır. Evangelia Balta, "Gerçi Rum İsek De, Rumca Bilmez Türkçe Sözleriz" kitabında bu tanıklığa 123-124 sayfalarında yer vermiştir. Etkileyici bir tanıklık olması sebebiyle bloğa ekliyoruz.
“Mübadeleden iki yıl önceydi, Gelveri’ye İzmir yakınındaki Denizli ve
Nazilli’den Rum göçmenleri gelmişti. Türkler tarafından sürgün edildiklerini,
zamanla da Anadolu’nun tüm Rumlarının kovulacağını söylediler. 1924 yılının Mayıs
ayında köyümüze, Kastorya’dan ve Kozani’den muhacirler geldi. Zavallılar bu
uzun yolculuğun zorluklarından çok çekmişlerdi ve her gün aralarında birileri
ölüyordu. Yeni yerlere intibak edememişlerdi. Yoksulları evlerimizde misafir ettik,
yemek verdik; çünkü yerli Türkler onlara bakmadı. Daha sonra bizim bazı
mahallelerimiz bütünüyle boşaltıldı, bizi başka evlere götürdüler ve oraya bu
muhacirleri yerleştirildi. Bir gün Gelveri’ye, dediklerine göre Yunanistan’dan,
bir komisyon üyeleri gelip isimlerimizi ve varımızı yoğumuzu kaydettiler.
Mübadele olacağını ve Yunanistan’a gideceğimizi söylediler. Korkmamamızı söylediler.
Taşını mallarımızdan satabileceklerimizi satmamız, geri kalanlarını yanımıza almamızı
söylediler. Köyümüze ‘Türkleşmiş’ insanlar varsa onların da istiyorsa bizimle Yunanistan’a
gelebileceklerini belirttiler. Ne yalan söyleyeyim, Yunanistan’a gideceğimi düşününce
sevindim, çünkü Türkler toprak anlaşmazlıkları nedeniyle Ilısu’da kocamı öldürmüşlerdi.
Öteki hemşerilerim gideceklerine üzülmüş olabilirler. Grigoryos Toloğos Kilisesi’nde
son ayinimizi yaptık. Grigoryos Toloğos’un kutsal naşını, ikonaları ve kiliselerin
şamdanlarını ve kandillerini sandıklara yerleştirdik. Eski olan ikonaları
mezarlığa gömdük. Eşyamızı develere yükledik(ve komite ile) Mersin’e gönderdik.
Ağustos ayıydı köyü terk ettiğimizde. Arabalara bindik ve Aksaray’a doğru yola
koyulduk. Gelveri’nin Türkleri ağlıyordu, gitmememizi rica ediyorlardı. Yolda,
Aksaray’a yönelirken arabamızın önüne Peristrema, Köstük ve Kızılkaya
köylerinden gelen Türkler çıkıp bizi durdurdular. Kocam onlara veresiye
manifatura satardı ve bize borçları vardı. Hasattan sonra borçlarını ürün
vererek öderlerdi. Ama gitmekte olan bizler buğdayı ne yapacaktık! Türkler
çocuklarımızın ağızlarına peynir ve ballı pidelerden kopardıkları lokmalar
sokup yalvarıyorlardı: ‘Yiyin ve bize helaldir deyin’ diyorlardı, ‘ne olur helaldir
deyin!’ Vicdanlarında öksüzlerimin hakkını yedikleri yönünde bir yük kalsın
istemiyorlardı. Ben çocuklarıma verilenleri yemelerini ve ‘helalldir’
demelerini söyledim. Türkler bu sözleri duyunca sevinç içinde bizlere sarılıp
öpüyorlardı. Aksaray’da bir gece handa kaldık. Öbür gün sabah hareket ettik ve
akşama doğru Kürtören’e vardık. Orada konakladık. Yemek pişirdik, yemek yedik,
arabacılara da yemek verdik ve yatıp uyuduk. Sabah Ereğli’ye doğru yola çıktık
ve akşama doğru oraya vardık. O korkunç sıcağa rağmen bizi hayvanlar gibi
kapalı yük vagonlarına yüklediler ve hareket ettik. Yenice istasyonunda dışarı
çıkıp temiz hava teneffüs ettik. Yeniden vagonlara girip Mersin’e vardık. Yolda
Türk çocukları vagonlara büyük taşlar atıyorlardı. İyi ki vagonlar kapalıydı ve
bir zarara uğramadık. Mersin’de ilk kez bisiklet gördük ve bu araç bize tuhaf
geldi. Bisiklete ‘cin arabası’ diyorduk. Orada, vapurlara gelip bizi alana dek
hanlarda kaldık. Kimileri muhacir vapurlarıyla gittiler. Bazı aileler ayrı
vapurlar kiraladılar. Dört gün denizde yol aldık. Üç küçük çocuğumla vapurun
güvertesinde bulunduğum bir gün, birden ambardan duman yükseldiğini gördük.
Kazan çatlamıştı, dediklerine göre. Kadınlar çığlıklar atıyor, çocuklar
ağlıyordu. Kimileri dua ediyordu. O zaman yanı başımda bulunan babama, ‘Baba,
çocukları denize atacağım ve arkalarından kendim de atlayacağım!’ dedim. ‘Canlı
canlı yanacağımıza, boğulup martir(şehit) olmamız daha iyidir.’ Çok şükür biri
gediğini tıkadı. O zaman, ‘Yanımızda kutsal naşını götürmekte olduğumuz Aziz
Grigoryos Toloğos bir mucize gerçekleştirdi’ dedik. Selanik Karaburun’a varınca
bizi karantinaya aldılar. Yaklaşık iki hafta tel örgüler arkasında kaldık,
orada çadırlar kurduk. Günün birinde kamyonlar geldi ve bizi Selanik’in
kıyılarına götürdüler. Vapura girmek üzere sandallara bindiğimizde geceydi.
Sandallar sallanıyor ve kadınlar çığlık atıyordu. Sandallar batar ve boğuluruz
diye korkuyorduk. Oradan bizi Kavala’ya götürdüler. Üç gün boyunca, Pire’de,
bizim yerlerden, muhacir vapuru ile seyahat etmiş olanların gelmelerini
bekledik. Hepsi kötü durumdaydı. Bitlenmişlerdi, zayıf düşmüşlerdi, kadın erkek
hepsinin saçları tıraş edilmişti. Maymunlara benziyorlardı zavallılar. Üç gün
sonra otomobiller geldi ve bizi, Kavala dışında Çınardere denen yere
götürdüler. Oraya vardığımızda hepimiz dua ettik ve günlerce süren yolculuktan
sonra nihayet ayağımızı toprak üzerinde bastığımız için Tanrı’ya şükrettik.
Dertlerimiz bitti sanıyorduk. Dört gün açıkta kaldık. Tanrı acımış olacak, hiç
yağmur yağmadı. Sonra belediye bize çadır dağıttı. Eylülden mayısa kadar orada
kaldık. Çevre dikenli fundalıklarla doluydu. Çadırdan çadıra giderken
giysilerimiz yırtılıp paçavraya dönmüştü. Her taraf ıssızdı. Ne bir köpek
havlaması, ne bir horoz sesi… İnsanlar ise durmadan ölüyordu. Geceleri çakallar
çadırlarımıza kadar inerlerdi. Mezarları kazar, ölüleri yerlerdi. Mayıs ayında
denize yakın bir yere indik, günümüzde Yeni Karvali’nin bulunduğu yere. Orada
iki yıl boyunca çadırlarda kaldık; ‘yerleştirme’ evler inşa edene kadar. Bu
yeni yerimiz eskisinden de kötüydü. Her gün sıtmadan beş altı kişi ölüyordu.
Ölenler özellikle gençler ve hamile kadınlardı. Ah! Çok çektik. Mübadele
Allah’ın belası bir şeydi. Türklerden kurtulduğumuzu düşünürken daha kötü
günler yaşadık.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder