DESCARTES'İN YÖNTEMİ VE TARİHE UYARLANMASI

16. yüzyılın sonunda dünyaya gelen Rene Descartes , 17. yüzyılda ortaya koyduğu düşüncelerle Aydınlanma Dönemi için önemli bir isim olmuştu...

31 Ağustos 2024 Cumartesi

KAHVENİN TARİHİNE BİR KATKI: HACI ÖMER'DEN VİYANA KUŞATMASINA KAHVE

KAHVENİN TARİHİNE BİR KATKI: HACI ÖMER'DEN VİYANA KUŞATMASINA KAHVE 



Yunan harfli Türkçe olarak yayınlanan süreli yayın Angeliaforos'un 21 Ocak 1879 tarihli sayısında "Kahve" başlıklı yazı yer almaktadır, söz konusu yazının çeviriyazımını bu blogda veriyoruz. [] kapalı parantez içinde sadeleştirilmiş kelimelerin özgün halleri verilmiştir. Cümlenin anlaşılması için () parantez içinde çok nadiren ekleme yapılmıştır. Metinde Hacı Ömer'in kahveyi keşfi anlatıldıktan sonra II. Viyana Kuşatması sırasında yaşananlarla kahvenin Viyana'ya yolculuğu anlatılmaktadır. 


"Merkezdeki İslam topraklarında kahve içmenin başlangıcına dair günümüze ulaşan hikaye ve efsanelerin hepsinde genel kabul gören iki nokta vardır. Birincisi, kahve tüketiminin geçmişi neredeyse istisnasız Yemen'e kadar götürülür. İkincisi, hikayelerin çoğunda bunun başlangıcı, ibadet açısından kahvenin kısa sürede önem kazandığı sufi tarikatlarından bir kişiye ya da kişilere bağlanır. Hikayeler arasındaki farklılaşma bu noktadan sonra başlar."(Hattox, 1996, s. 21) Hattox ilk önce Abdülkâdir el-Cezire'ye dayanarak, Muhammed ez-Zebhani'nin kahveyi Aden'e getiren ilk kişi olduğu rivayetini verir. Bizim aşağıdaki yazımız için önemli olan ise El Cezire'nin Fahreddin el-Mekki'ye atfen aktardıklarıdır. El-Mekki'nin sözleri şöyledir: "[Kahveyi] ilk yayanın Zebhani olduğu söylene gelmiştir, ama birçok kişinin bana aktardığına göre [kahve] içmeyi başlatan ve Yemen'de yaygınlaşıp adet haline gelmesini sağlayan kişi, Şaziliye tarikatına mensup şeyhlerimizin seyyidi Şeyh ... Nasreddin ibn Mevlek'in öğrencilerinden biri olan seyyid Şeyh ... Ali ibn Ömer eş-Şazili'dir. ... [Söylenenlere bakılırsa] başlangıçta [kahve] kefte'den, yani kat diye bilinen yapraklardan yapılıyordu; kahve çekirdeklerinden ya da [bu meyvenin] kabuklarından yapılıyordu. [Bu iksiri içme alışkanlığı] bir bölgeden ötekine geçerek devam etti ve sonunda Aden vilayeti limanına kadar ulaştı. Şeyh Zebhani'nin yaşadığı dönemde Aden'de kefte yoktu; bunun üzerine müritlerine ve kendisini mürşit kabul edenlere kahve çekirdeklerinin bun [aynı şekilde] uyanıklığı artırdığını, dolayısıyla bu çekirdeklerden yapılan kahveyi denemelerini söyledi. Onlar da bunu denediler ve aynı işlevi pek az masraf ve zahmetle, kat [kahvesi] kadar yerine getirdiğini gördüler."(Hattox, s. 15)


El Cezire'nin zikrettiği Ali ibn Ömer eş-Şazili, bizim metnimizdeki Hacı Ömer anlatısının kaynağı olabilir. Hattox bu alıntı üzerinden kahve kelimesinin kullanımı üzerine bilgi vermeye geçer. Kahve kelimesinin kahve çekirdeğinin kullanılmaya başlamasından eski olduğunu, şarabın aşağılayıcı sıfatlarından biri olduğunu, kelimenin kökü olan k-h-v'nin "bir şeyi tiksindirici hale getirme" ya da "bir şey için duyulan arzuyu azaltma fikri" anlamlarına geldiğini, şarap ile kahve arasında benzerlikler kurulduğunu anlatır(Hattox, s. 16). Kelime ile ilgili ikinci bir düşünce daha vardır. Etiyopya'nın Kaffa bölgesinden ismin geldiğini, Arabistan'da ise şarap için kullanılan bir kelime olan kahve ile bağdaştırıldığı da düşünülebilir(Hattox, s. 16). Hattox, Zebhani ve Şazili anlatılarını birleştirmeyi tercih etmiş, Şazili'nin içecek formunu bulduğunu ama bu içeceği yaparken "kat" isimli bir bitkiyi kullandığı, Zebhani'nin getirdiği yeniliğin bu içeceğin bildiğimiz kahve çekirdeği ile yapılması olduğudur(Hattox, s. 17). Metnimiz ile ilgili bir diğer sorun ise 1283 tarihidir, bu tarihe en yakın tarih, Hottox'un D'ohsson'un versiyonu olarak bahsettiği anlatıdan gelir. El-şazili'den bahsedilir ve onun zamanı için 1258 tarihi verilir. Angeliaforos için hazırlanan metinde tarihin karıştırılarak 1285 yazıldığını varsayabiliriz(Hattox, s. 18). Tunç'un Katip Çelebi'ye gönderme yaparak, 1258 yılında Şeyh Şazeli'nin Şeyh Ahmet ile sohbetinde kahve içtiğini aktarır(Tunç, 2014, s. 27). Ekinci ise bu rivayeti anlatırken Şeyh Şazeli'nin kahveyi keşfettiğini, Şeyh Ahmed ile hacca gittikleri sırada kahve çekirdeklerini kaynattığını aktarır(Ekinci, 2009, s. 123). İstanbul kahveci esnafı tarafından kahveyi keşfeden olarak Şeyh Şazeli düşünüldüğü için "pir"leri olarak onu kabul ettikleri anlaşılmaktadır(Tunç, s.27; Ekinci, s. 123) Katip Çelebi'ye gönderme yapılarak verilen 1258 tarihli kahvenin buluşuna dair farklı bir anlatı daha görmekteyiz. Hattox'un kahvenin içimi kullanımı için bu tarihi çok erken bulduğunu ve en erken tarihin 15. yüzyılın ortaları olması gerektiğini düşündüğünü de belirtmeden geçmeyelim. Fakat şehir dışında belirli ücra köşelerde yetişen kahve çekirdeklerinin kullanılıyor olabileceğini de göz arda etmez, bu konuda okuyucusunu uyarır(ayrıca İran'da 1000 yıllarda kahvenin bilindiğine, İbn-i Sina'nın eserlerinde kahveden bahsettiğine dair görüşler olsa da bunlar kesin değildir). 15. yüzyıl ortasından itibaren kahvenin şehre geldiği ve içecek olarak kullanıldığı söylenebilir. Önce Sufi tarikat çevrelerinde yaygınlaşıp, daha sonra ahalinin de kullanmaya başladığı anlaşılmaktadır(Hattox, s. 20-22).  Metnimizin tarikattan kovulma ve ücra bir mağarada yaşarken kahveyi keşfetmesi ile ilgili anlatının kaynağı tespit edilmeyi bekliyor. 


Yunan harfli Türkçe metnimiz, Hacı Ömer ile ilgili anlatısından sonra hızlı bir şekilde II. Viyana Kuşatması'na geçer. Osmanlı ordusu geri çekildiğinde arkasında çuvallarca kahve çekirdeği bırakır ve Viyana'da artık kahve işletmeleri kurulmaya başlanır. Burada biraz konumuzun dışına çıkarak Hattox'un seyyahlar hakkında verdiği bilgiyi aktarmak istiyorum: "En önemlileri içinde İngiliz şair Sir George Sandys (1577-1644), Fransız gezgin Jean de Thevenot ( 1633-67) ve daha sonraki bir dönem de yaşamış Alman gezgin ve kaşif Carsten Niebuhr (1733-1815) sayılabilir. Yemen'de kahve ekiminin başladığı yörelerin manzarasını bize çizdiği için, Niebuhr özellikle yararlıdır. Sandys ve Thevenot nadir görülen bir keskin gözlem gücüne sahip insanlardı. Avrupalı gezginlerin en fazla yapabilecekleri şey, kendi çevrelerinde gördükleri günlük yaşamın ayrıntılarını aslına uygun olarak sunmaktı. Ama sırf okurları için güzel bir hikaye oluşturacağı düşüncesiyle, doğrulanmamış söylentileri aktarma eğilimi gösterdiklerini de her zaman göz önünde tutmak gerekir."(Hattox, s. 8)


Jean de Thevenot, kahvehane gözlemlerini şöyle tasvir etmiştir: "Türkler günün her saatinde kahve içerler. Kahvehanelerde höpürdeterek içilen kahvelerden oldukça eğlenceli bir ahenk işitilir. Kahve hem mideye iyi gelir, hem de uykuyu açar. Kahvehanelere ne mevki farkı ne de din ayrılığı gözetilmeden herkes girer oturur. Kahvehaneye gitmek ayıp değildir. Birçok kimseler buralara arkadaşları ile buluşmak için gider. Kahvehanelerin dışında da toprak sundurmalar vardır. Üzerlerine hasır serilir. Birçokları da hava almak ve gelip geçenleri seyretmek için burada otururlar. Hemen daima, kahvehanelerde bir kemancı yahut bir zurnacı, bir saz heyeti bulunur. Kahvehanelerde oturan bir adam samimi tanıdıklarının da kahveye girdiklerini görürse kahveciye onlardan para almamasını emreder. O zaman kahveci kahveleri koyarken: "Caba!" diye bağırır."(Tunç, s. 71).


16. yüzyıldan itibaren Avrupalıların anlatılarında kahve yer almaya başlıyor. Hatta uydurma ve abartılı anlatılara da yer verilir, bunlardan birisi Henry Blount'un(1602-1688) Dr. Rumsey'in kitabının önsözüne yazıldığı cümlelerde görülmektedir: "Hepsi [Türkler, Araplar ve öteki Doğu halkları] kahvenin kendilerini kötü beslenmenin ya da rutubetli evlerde oturmanın yol açtığı rahatsızlıklardan nasıl koruduğunu şükranla anlatıyorlar. Belirttiklerine göre sabahları ve geceleri kahve içtikleri için rutubetli ortamdan kaynaklanan vereme yakalanmıyorlar; yaşlılarda cüzama, çocuklarda da raşitizme rastlanmıyor; hamile kadınlarda ani mide bulantıları çok az görülüyor. Özellikle de kahvenin mesane taşını ve gut hastalığını garip biçimde önlediğini öne sürüyorlar. Bir Türk hastalandığında perhize girer ve kahve içer; eğer bunlar işe yaramazsa, vasiyetini yazar ve başka hiçbir ilacı düşünmez."(Hattox, s. 61). Dahası Hattox'un alıntının ardından verdiği dipnotta Rumsey'in kitapta, kendi icadı olan bir balina çubuğundan yapılma bir mide karıştırma aletiyle birlikte içilmesini salık verdiğini, bu yöntemin kusmayı sağlayacağını ve insanın hastalık sebebi olan birçok pislikten bu yol ile kurtulacağını yazdığı bilgisini verir(Hattox, s. 61). Kahvenin sindirime faydalı olduğu fikri Avrupa'da rağbet görmüş, aralarında Francis Bacon'ın da olduğu birçok yazar bu konudan bahsetmiştir(Hattox, s. 61-62). Kahvenin Avrupa'ya gidişinde Hristiyanların, özellikle Ermeni ve Rumların etkin olduğunu düşünür(Hattox, s. 122). 


1615 yılında kahvenin İtalya'ya taşındı(Tunç çalışmasının ilerleyen sayfalarında 1570 tarihinin öncesine işaret etmektedir; Tunç, s. 37), Müslüman içeceği olarak anılan kahveyi Papa II. Clementus 1620 yılında kahveyi yasaklamış ve içenlerin aforoz edileceğini ilan etmiştir(Tunç, 2014, s. 25). Buna rağmen Venedik pazarında kahvenin satıldığı anlaşılmaktadır. 1645 yılına gelindiğinde Venedik'te ilk kahvehane açılmıştır. 18. yüzyılın ortalarında Venedik'teki kahvehane sayısının 200 üzerinde olduğu bilinmektedir. Tunç; Venedik, Floransa, Torino, Cenova, Milan ve Roma aracılığıyla kahvenin Avrupa'ya yayıldığına işaret eder(Tunç, s. 37). 17. yüzyılın ortasında kahvenin İngiltere'ye çoktan ulaştığı ve hatta Osmanlı Yahudisi Yakup tarafından ilk kahvenin açıldığı görülmektedir(Tunç, s. 38). 1669 tarihinde Fransa'ya gönderilen Osmanlı sefiri Süleyman Ağa yanında kahve çuvalı götürmüştür. Gerçi Marsilya'daki tüccarların 1644 yılında kahveyi tükettikleri bilgisi vardır. 17. yüzyılın ortasından itibaren Fransa'da kahve tüketildiği anlaşılmaktadır(Tunç, s. 39).  


Bu bilgiler ışığında Viyana'ya kahvenin ulaşmasının II. Viyana Kuşatması sonrasında olması enteresandır. Angeliaforos'daki metnin iddiasını Tunç doğrular gözükmektedir. Kuşatma sonrası kalan çekirdekleri Polonyalı Franz George Kolschitzky'nin aldığını ve ilk Viyana kafesini açtığını söyler(Tunç, s. 38). Kuşatmadan sonra 500 çuval kahvenin geri bırakıldığı bilgisi dikkati çekmektedir. Tunç bu 500 çuvalın develerin yemi olarak düşünülüp, Tuna nehrine döküldüğü, Kolschitzky'nin İstanbul'dan kahveyi bildiği için dökülen kahvelerin kokusu ile Viyana'ya kahveyi tanıttığı rivayetini aktarır(Tunç, s. 40). Viyanalıların deve yemi sansalar bile Tuna nehrine dökmeleri için bir neden yoktur, kendi hayvanları için bunları alıkoymaları daha akıllıca olurdu. Angeliforos'daki metin daha akla uygun olsa da 17. yüzyıl başında ticaret ile Avrupa'ya yayılmaya başlamış olan kahve ve kahve içme kültürü için II. Viyana Kuşatması'nın gerçekleşmesinin beklenmesi tarihin enteresanlıklarındandır. Viyana'nın kahve ile tanışmasının ticaret ile ya da diğer Avrupa ülkelerinde görüldüğü gibi bir Osmanlı vatandaşı tarafından tanıtılması beklenebilirdi. Bu aşamada Ioannes Thedotus'un 1685 yılında Viyana'da ilk kafeyi/kahvehaneyi kuran bir Yunan olduğu anlatısı imdadımıza yetişir. Mahkeme kayıtlarına gönderme yapılarak 18. yüzyılın başında dört Yunan kökenli kişinin kafe işletme ayrıcalığı olduğu aktarılır.(Seibel, 2008, s. 4) Karl Teply Ioannes Thedotus'un Ermeni olduğunu ileri sürmektedir-Isaak de Luca ismi de Viyana'da ilk kafe izni alanları arasında sayılır-. Daha ilginci 1665 yılında Kara Mehmet Paşa'nın elçilik ziyaretine Viyana'ya giderken yanına kahve ve kahvecibaşı aldığı, bunların isminin İbrahim ve Mehmet olduğu, seremoni şeklinde kahve pişirerek insanlara tattırdığı söylenmektedir(Eser, 2023, 1). 


Angeliaforos'un "Kahve" metninin çeviriyazımını yaparken bu kadar efsane ile karşılaşacağımı tahmin edemezdim. Kahve gibi hayatımızın orta yerinde bulunan bir olgunun etrafının efsaneler ile sarılması aslında normaldir. Bu efsaneler sarmalı içinde bir tarihçinin veya okuyucunun efsane ve gerçeği ayırması çok zor olmaktadır. Fakat araştırmayı derinleştirdikçe, bazı olguların en azından efsane olabileceğini görmekteyiz. En azından bir efsaneyi gerçeklik olarak kabul etmeyip, onu sorgulayacak verilerin elimizde olmasıyla yetinmeliyiz. Yukarıda birçok çalışmadan derlediğim bilgilerin gerçekliği konusunda yeterince kanıt getirmemiş olabilirim. Kimi yerlerde farklı anlatıları bir arada vermeye çalıştım. Eğer sizin daha farklı kaynaklardaki bilgiye ulaşımınız varsa ve o bilginin bu verileri daha netleştireceğini düşünüyorsanız bizimle paylaşmanızı bekleriz. 


Angeliaforos metninde Hacı Ömer'in kahveyi keşfi konusu bu bilgiler ışığında şüphe uyandırmaktadır. Tarikattan kovulduğu anlatısının ise hangi gelenekten kaynaklandığını belirleyemedim. II. Viyana Kuşatması ile kahvenin Viyana'ya ulaştığı anlatısı da yukarıda verdiğimiz bilgiler ışığında şüpheli görünmektedir(hatta yanlış olduğunu söyleyebileceğimiz kanıtlar vardır). Tüm bunlara rağmen, aşağıda çeviriyazımını verdiğimiz "kahve" metni, 19. yüzyılın son çeyreğinde, belirli efsaneler çerçevesinde kahvenin hikayesine dair Yunan harfli Türkçe okuyan insanların karşısına özgün bir metin olarak çıkmıştır. Günümüze de belirli geleneksel anlatıların örneği olarak ulaşmıştır. 19. yüzyılda kahvenin hikayesine dair algıda veya ortalıkta dolaşan bilginin konusunda kullanılabilecek veriler sunmaktadır. Fark edebileceğiniz gibi Osmanlı'da veya Yakındoğu'da kahvenin serüvenine dair seyyahlardan bahsettiğim kısım hariç hiç bahsetmedim. Bunun nedeni "Kahve" metninin Hacı Ömer anlatısı ve II. Viyana Kuşatması anlatısı dışında bunlardan bahsetmemesidir. Şimdi "Kahve" metnini incelemek isteyenleri çeviriyazım metniyle başbaşa bırakıyorum. Ayrıca Katip Çelebi'nin Mîzanü'l Hakk Fi İhtiyari'l Ahakk isimli eserinde yer alan "kahve üzerine" kısmını blogun sonunda bulabilir, inceleyebilirsiniz. 


Kaynak:

Abdülkadir Emeksiz, "İstanbul Kahvehaneleri", Karaların ve Denizlerin Sultanı İstanbul, Haz. Filiz Özdem, c. II, YKY, İstanbul 2009, s. 123-139.

Anna Maria Seibel, Die Bedeutung der Griechen für das wirtschaftliche und kulturelle Leben in WienAm Beispiel der Familie Zepharovich, Universtat Wien, Wien 2008.

Büşra Eser, "Kahve, Orta Avrupa’ya Osmanlı İmparatorluğu’nun II. Viyana Kuşatması ile mi Ulaştı?" Ali Efendi Kahve, 20.02.2023(online).

Ralph S. Hattox, Kahve ve Kahvehaneler Bir Toplumsal İçeceğin Yakındoğu'daki Kökenleri, Çev. Nurettin Elhüseyni, Tarih Vakfı, İstanbul-1996.

Şafak Tunç, Osmanlı Payitahtında Kahvehane ve Kahvehane Kültürünün Yeri, İÜ, Sos. Bil. Ens., Yayınlanmamış Tez, İstanbul 2014.

İletişim:

yasin.etin@yahoo.com

KAHVE ΚΑΧΒΕ

Rivayete nazaran 1285te Hacı Ömer namında bir derviş Yemenistan'da vaki tekkelerin birinden bir kabahat ile sürüldü[tard olundu]. Hacı Ömer tekkeden sürüldüğü[tard olunduğu] ve kabahatte bulunduğu için mahcubiyetinden[hicabından] ve pişmanlığından[nedametinden] dolayı[nâşî] kendi hemşehrileri yanına dönmek[avdet etmek] istemeyip bir çöle çekildi ve orada vaktini oruç ve dua ile geçirirdi[imrar eder idi]. Çölde bir mağara bularak orada yaşar[sakin olur] ve mağara civarında biten yabani otlardan ve köklerden yiyerek karnını doyurur idi. Hacı Ömer o otlarda ve köklerde leziz ve besleyici bir şey bulamadı fakat bir fidan yahut kök ne kadar acı dahi olsa, günahını hatırına getirerek şikayet[teşekkî] etmeksizin ondan yer idi.


Bir gün sakin olduğu mağaranın yanında rayhali[ραϊχαλή] çiçekler ve kırmızı iri taneler ile dolu bir fidan buldu. Bu fidanın meyvesi olan tanelerin her birinde[beherinde] ikişer çekirdek var idi. Hacı Ömer düşünür idi ve nihayet o fidanın çekirdeklerini kavurup ıslatmayı düşündü ve bu şekilde[vechle] kavrulmuş ve ıslatılmış olan çekirdeklerin suyu ona leziz ve besleyici bir içki oldu. Hacı Ömer, garip bir derviş yahut bir yolcu mağarasına geldikte(n sonra) misafirine ikramen o kavrulmuş ve ıslatılmış olan çekirdeklerin suyundan bir şerbet taktim eder idi. Hacı Ömer kendi keşfettiği fidanı gizli saklamadı ve bu şekilde[vechle] kahve yeni icat olunan her şeyden tiksinen[ikrah] ve nefret eden Araplar arasında bile az vakitte genel[umumi] bir içki sırasına geçti. Başka[sair] Müslümanlar Araplardan öğrenerek her yerde o yeni icat olunan fidanın kavrulmuş ve ıslatılmış olan meyvesinin suyunu içmeye başladılar ve işte bu suya kahve denildi.


Kahve icat olunduktan dört yüz sene sonrayadek yani 1683'de Osmanlıların Viyana şehrini muhasara ettikleri vaktadek Hristiyan milletlerden hiçbiri Müslümanların kullandıkları[istima ettikleri] zikredilen[mezkur] içkiyi bilmez idi. Osmanlılar zikredilen[mezkur] tarihten önce[akdem] bir defa daha Viyana'yı muhasara ile zapt etmeye çalışmışlar idi. Lakin kahve çuvallarını birlikte alarak geri dönmeye mecbur olmuşlar idi. Bu ikinci muhasarada zikredilen şehri[şehr-i mezkurun] zapt olunmasına az kalmış idi. Muhasara uzun müddet devam edip, dışardan hiçbir yerden zikredilen şehirde[şehr-i mezkurde] mahsur kalanlara yardıma[imdada] gelen olmadı. Şehrin halini başka[sair] Hristiyan milletlere bildirmek için dışarı çıkmaya çalışanlar şehri muhasara eden askerden telef edilirler idi. Şehrin ahalisi muhasaradan kurtulmaktan ümidini kesmiş[meyus olmuş] idi ve işte o esnada Lehli bir adem Hristiyan milletlerin yardımına müracaat etmek için düşman ordusunu geçmeyi yeni bir tecrübe etmeyi üstlendi[deruhte eyledi]. 


Avusturyalı general bu tecrübeyi etmek isteyen Lehliye, "Senden evvel bu tecrübeyi edenler gibi sen de telef olup gideceksin" dedi. Lehli "Hayır, ben telef olmayıp, size yardım getireceğim" dedi.


Avusturyalı general bu ademin cesaretine hayret[teaccüp] edip, ona istediği tecrübeyi etmeye müsaade eyledi. Lehli evvelce[mukaddema] Türkiya'da yolculuk etmiş olup, memleketine dönüşünde[avdetinde] kendisi ile beraber bir kaç Türk elbisesi getirmiş idi. Bu elbiseyi giyerek geceleyin şehirden dışarı çıktı ve Osmanlı ordusuna bir türlü girerek Türkiya'dan gelmiş olup kumandana tebliğ etmek için mühim haberleri olduğunu beyan eyledi. Bu hikaye gayet uzun olduğundan, biz ancak şu kadarını deriz ki o cesur Lehli düşman ordusundan geçmeye muvaffak oldu ve hemşehrileri olan Lehlilere giderek, onları muhasarada olan şehrin yardımına[imdadına] koşmaya kandırdı. Çok vakit geçmeden Avusturyalı general Ioannes Sobieskı[Ιωάννης Σοπιέσκι] nam Lehlinin kumandasında[taht-ı kumandasında] olarak bir Hristiyan ordusunun Viyana'yı muhasaradan kurtarmaya gelmekte olduğunu Viyana'nın ulu kilisesinin çan kulesinden gördü. General söz edilen[mümaileyh] çan kulesinden sevinçle[meserretle] aşağı indi ve muhafız askerlerin[asakirin] geri kalanlarını[bakiyesini] toplayarak birden bire düşman ordusu üzerine hücum etti. Osmanlı askerleri[Asakir-i Osmaniye] önden ve arkadan iki ateş arasında kalarak firare mecbur oldu ve Viyana şehri tehlikeden kurtuldu.


Avusturyalı general kendi ömrünü tehlikeye koyup Osmanlı ordusundan geçmiş olan Lehliye mükafat etmek isteyip ona, "Sana ne mükafat vereyim" diye sual etti.


Lehli, "Şehrin tehlikeden kurtulması benim için kafi bir mükafattır" dedikten sonra sözünü devam etti: "Amma eğer bana bir iyilik etmek isterseniz, düşmanın ganimetlerinden payınıza[yedinize] düşmüş olan şu çuvallardaki baklaları(kahve) bana ihsan ediniz."


General, "O baklalar ne işe yarar?" diye sual etti.


Lehli dahi o bakla dediğimiz tanelerden kahve dedikleri[tesmiye ettikleri] leziz bir şerbet yapıldığını generale ifade etti. General Lehlinin isteği[matlubu] üzere Türklerin bıraktıkları kahveleri ona ihsan etti ve Lehli Viyana'da kahve yapıp satmaya başladı. Lakin Avrupalılar kahve kelimesini doğru telaffuz edemediklerinden, zikredilen[mezkur] kelimeyi biraz değiştirerek kaffeye yahut koffeye değiştirmişlerdir[tebdil etmişlerdir]. Lehli ilk başlangıçta[iptida] evden eve gezerek kahve satar idi, lakin ahalinin kahveye rağbet ettiğini gördüğünde bir kahvehane açtı ve Avrupa'da açılan ilk kahvehane bu oldu ve kahve içmek isteyenler o kahvehaneye gidip gelmeye başladılar. Lehli bu yüzden büyük servet kazandı[kesp eyledi], zira ömrü müddetince[müddet-i ömründe] Viyana'da yalınız kendisi kahve satar idi. Lakin adı geçenin[mumaileyhin] vefatından sonra kahvecilik işi ve kahve içmek adeti Avrupa'da genelleşti[umumi oldu].


Hacı Ömer kendi mağarası civarında kahve fidanını bulmaya ve o fidanın meyvesinden içki yapmaya muvaffak olduğu için ne kadar talihliydi[ikballi idi]! Kezalık Türkiya'ya gelip o içkinin kullanımını[istimalini] öğrenmiş olan Lehli ne kadar talihliydi[ikballi idi]! Velhasıl, biz 1285 tarihinden evvel dünyaya gelmediğimiz için ne kadar ikballiyiz!


KAHVENİN TARİHİNE BİR KATKI: HACI ÖMER'DEN VİYANA KUŞATMASINA KAHVE 

KAHVENİN TARİHİNE BİR KATKI: HACI ÖMER'DEN VİYANA KUŞATMASINA KAHVE 

KAHVENİN TARİHİNE BİR KATKI: HACI ÖMER'DEN VİYANA KUŞATMASINA KAHVE 

KAHVENİN TARİHİNE BİR KATKI: HACI ÖMER'DEN VİYANA KUŞATMASINA KAHVE 

KAHVENİN TARİHİNE BİR KATKI: HACI ÖMER'DEN VİYANA KUŞATMASINA KAHVE 

KAHVENİN TARİHİNE BİR KATKI: HACI ÖMER'DEN VİYANA KUŞATMASINA KAHVE 

KAHVENİN TARİHİNE BİR KATKI: HACI ÖMER'DEN VİYANA KUŞATMASINA KAHVE 


***


EK: KATİP ÇELEBİ'NİN MÎZANÜ'L-HAKK Fİ İHTİYARİ'L AHAKK KİTABININ KAHVE ÜZERİNEDİR KISMI

"Bu yolda da geçmişte nice kavgalar olmuştu. Aslı Yemen diyarından çıkıp tütün gibi dünyaya yayıldı. Kimi şeyhler Yemen dağlarını mesken edinip dervişleriyle bir tür ağaç yemişi bulup kalb ve bün dedikleri taneleri döğüp yerlerdi ve kimisi de kavurup suyunu içerdi. Riyazat ve sülûke uygun ve şehveti kesmeye elverişli soğuk ve kuru gıda olduğundan Yemen ahalisi biribirinden görüp şeyhler ve sûfiler ve başkaları kullandılar. Dokuz yüz elli (1543) sıralarında gemilerle Türkiye'ye geldiği zaman tanınmayıp haram olduğuna fetvalar verildi. Yanık olmasın dan başka devir ve cemiyet ile içilmesinde doğru yoldan çıkmış dinsizlere benzemek vardır, dediler. Merhum Ebussuut Efendi'den naklederler ki getiren gemileri deldirip kahve yüklerini denize batırdı. Lâkin bu yasaklar ve şiddetler fayda vermeyip verilen fetvalar ve söylenen sözler halkın kulağına girmedi. Yer yer kahvehaneler açılıp büyük şavk ve rağbetlerle bir yere gelip içtiler. Hele keyf erbabının keyflerini artırır, cana can katar bir hal olduğundan bir fincan uğruna can vermek yanlarında câiz oldu. Onların zamanından sonra gelen şeyhülislâmlar câiz olduğuna fetva verdiler. Merhum Bostan—Efendi bir mufassal ve manzum fetva verdi. Kahvehaneler kimi yasaklanarak, kimi izin verilerek bir kaç yıl süründü. Bin tarihlerinden (1592) sonra dince yasak sayılmaktan kaldı, her yerde açıkça içilip her sokak başında bir kahvehane açıldı. Kıssahanlar, çengiler ile halk işten güçten kaldı. Alış - veriş durduktan başka, padişahtan dilenciye varınca halk birbirini kesip biçmekle eğlenir oldu. Merhum Gazi Sultan Murat Han, bin kırk iki (1633) sonlarında bu işi anlayıp halka şefkat ve nasihat yüzünden bütün Osmanlı imparatorluğu ülkesinde bulunan kahvehaneler bozulup bundan sonra içilmesin diye ferman ettiler. O zamandan beri İstanbul kahvehaneleri, cahil kişinin yüreği gibi harap ve virandır. Yine açılır ümidiyle kahvehane sahipleri bozmayıp kapamışlardı, Sonra çoğu, belki hepsi bozulup başka dükkânlar yaptılar. Lâkin İstanbul'dan başka şehirler ve kasabalarda eskisi gibi açılıp içilir oldu. Önce söylendiği gibi bu türlü işler sonsuz olarak yasak kabul etmez. Bundan sonra kahvenin niteliğine gelelim: Kahvenin kendisinin soğuk ve kuru olduğunda şüphe yoktur. Davûd Antâid'nin Tezkirede sıcak ve kuru dediği herkesçe kabul edilmiş değildir. Nihayet su ile kaynatılıp şerbeti alınınca soğukluğu gitmez, belki daha çok soğuk olur. Çünkü su da soğuktur, onun için susuzluğu giderir ve bir uzva döküldüğü zaman yakmaz, çünkü onun harareti garîzî hararettir, tesir eylemez. Lâkin kuruluğuna biraz gevşeklik gelir. Meselâ kendi üçüncü derece de kuru iken ikinci derecede soğuktur. Yaş ile karıştığı zaman kuruluğunun bir derecesi gider, ikinci derecede kuru kalır. Ve kuruluk ile uykuyu önler, mizaca göre mutlaka idrarı vardır. Kuru mizaç sahiplerine, hele sevdâvî mizaca çokluk elverişli değildir, belki aykırıdır. Çok içilmesi uykusuzluğa ve sevdâvî vesveselere yol açar. İçilecek olursa sarhoş iken içilmeli. Lâkin mi zacı râtıp olanlara, hele kadınlara gayet uygundur. Onlar ağır kahveyi çok çok içmek gerek. Sevdâvî olmamak şartıyla, çok olması onlara zarar vermez, vesselâm.

1669

Kaynak: Katip Çelebi, Mîzanü'l Hakk Fi İhtiyari'l Ahakk, Çev. Orhan Şaik Gökyay, Tercüman, İstanbul 1980, s. 48-49.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder