DESCARTES'İN YÖNTEMİ VE TARİHE UYARLANMASI

16. yüzyılın sonunda dünyaya gelen Rene Descartes , 17. yüzyılda ortaya koyduğu düşüncelerle Aydınlanma Dönemi için önemli bir isim olmuştu...

1 Kasım 2024 Cuma

UYANIŞ

 

UYANIŞ




Bir ucu turuncu çizgiyle kapatılmış, kasvetli bir hastane koridorundayım. Adımlarımı attıkça, soluk beyaz fayanslar ışığın altında parlıyor; ama o parlaklık bile soğuk, donuk, hareketsiz. Duvarların kenarlarında, rengi silinmiş izler, bir zamanlar canlı olan kırmızı ve mavi kağıt parçaları var. Mum kağıdından yapılmış, buruşturulmuş çiçekler gibi... Sanki birileri umutlarını buruşturup, bu dar koridorlara serpiştirmiş. İlerledikçe, her renkten biraz daha uzağa düşüyorum, daha solgun bir boşluğa.


Adımlarımı duyduğumdan bile emin değilim; sanki ayaklarım yere basmıyor, yalnızca havada süzülüyor gibiyim. Bir an duruyorum. Sonra fark ediyorum ki, ileride kırmızı bir çizgi var, sanki bir sınır gibi. Yaklaşınca, bu çizginin bir engel olmadığını, devasa bir şeklin ucunda kıvrıldığını görüyorum. Uğuldayan bir sessizlik içinde, ağır ağır süzülen kocaman bir gölge... Bir makine değil; daha çok bir sisin içinde beliren, belirsiz bir yaratık gibi. Arkasında bıraktığı yol tertemiz, steril. Ne kağıt var, ne de renk. Sadece beyaz. Her şeyi silip götüren, ardında kusursuz bir boşluk bırakan bir varlık.


Yürümeye devam ediyorum. Fayansların soğukluğu ayak tabanlarımdan içime işliyor; üzerlerinden kayıp giden gölgem bile benden daha canlı sanki. Korkuyorum. Daha fazla ilerlemek istemiyorum, ama yürümeye devam ediyorum. Hızlanıyorum, sessizce. Canavarlar da sessizce yaklaşıyorlar. Onlarla benim aramda sadece yirmi otuz metre var. Kaçmak, yan tarafa sıvışmak istiyorum ama adım adım canavarlara doğru ilerliyorum. Uzun zamandır korktuğum tehlike karşımda şimdi. Adım adım yaklaşıyor bana. Ondan kaçamıyorum. Klimanın esintisi bana eşlik ediyor. Birlikte yürüyoruz. İçimi ürpertiyor. Tüm uğraşıma rağmen beni terk etmeyen, kolumdaki tüyleri diken diken eden bir serinlik. Şimdi biliyorum ki, bunu beklemişim ben. On metre kaldı. Odalar boş, içlerinde insan yok. Beni görmüyorlar. Artık korkmuyorum. Yürümeye devam etmek zorundayım, zorundayım...


Gözlerimi açıyorum. Uyanık mıyım, yoksa rüyada mı? Netliği yok. Ha uykudayım, ha değilim; ne fark eder ki. Araftayım, bir gezineyim diyorum. Yürüdükçe, birden o banklar gözümün önünde canlanıyor; sanki ofisten çıkıp sahile doğru yürümeye başlamışım gibi. Kaldırımda birbirine yaslanmış, üzeri örtülü gölgeler... Ofisten kaçtığım her an, biraz nefes almak, biraz denizi görmek için adımlarımı hızlandırırım. Sahile indiğimde hep aynı yüzlerle karşılaşırım; çoğunu tanıyorum artık. Günlerdir aynı bankta oturan, aynı kartonun üzerinde kıvrılmış, üzerine battaniye çekmiş…


Dünyaya sonsuz güven duyan evsizleri görüyorum. Hiçbir yere gitmiyor gibiler, ama aslında durmaksızın ilerliyorlar. Düşüncelerinin arkasına saklanmış, sessiz bir yolculuk içindeler. Hayattan, yaşamdan vazgeçmeden, inatla hayata sarılıp nasıl da uyuyorsunuz her gün bu banklarda... Hayattan vazgeçmek en kolayıyken, her günün sonunda dört duvarı olmayan bir sonsuz özgürlükte diretiyorsunuz.


Ben kaçıyorum, onlar kalıyor. Ama yine de, her seferinde, denize bakıp dalgalara karışmak ister gibi bir süre duruyorum. Sonra bir nefes alıp geri dönüyorum. Çalışma masama, dört duvar arasına, kendi küçük dünyama... Alkışlar özgürlüğünü bırakmayan evsizler için kopuyor. Perde kapanıyor.


Koşmuşum, yetişip koluna girmişim; birlikte eve yürüyoruz. Hava soğuk, battaniye kısa, bacaklarımızı birbirine dolayıp ısınmışız. Çekyattan atlamış kedi, akşamın karanlığı, koşup girmiş eve etrafa serilmiş... İçimde toz biberli bir hüzün. Uykulu gözlerimi görüp saman kağıdından bir kitap okumaya başlıyorsun; ilk dördün, son dördün... Ne sen döndün, ne ben öldüm. Ayın ondördü gülüşsüz kaldı.


Kitap, günlük hayat, bir rutin. Elim dudaklarında; sesini duymasam da her sözcüğünü anlıyorum. Pencerenin kenarında Marmaray bağırıyor, biraz da titretiyor tabi. Caddede arabaların farlarına yağmur yağıyor, yağmurda ıslanıyor sanki tüm sözcükler, tüm cümleler.


Derken bir ses, kulaklarımda yankılanıyor. Birden uyanıyorum; gözlerimin önünde beyaz önlük içinde bir siluet. Canavar mı geldi yoksa. Başım oldukça ağır, göz kapaklarım aralanırken duyuyorum onu. Sakin, yumuşak bir ses, "Dünyaya hoş geldin," diyor. Sanki uyandığım bu an, bir tiyatronun son sahnesinden çıkıp gerçek hayata adım attığım an gibi... Bir perdenin kapanışı, bir başka sahneye geçiş. 


Gözlerim yavaşça açılırken, ışıklar yüzümü aydınlatıyor. Bir şeyler sona erdi, başka bir şeyler başladı sanki. Doktorun gülümsemesi sisin içinde beliren, tanıdık bir yüz. Benim canavarım. Dünya, yine karışık, yine soğuk ama işte, buradayım. Ve bu defa, her şeye sil baştan başlar gibi...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder