Maurice Olender, Cennetin Dilleri
1. CENNETİNARŞİVLERİ(s.13-36):
·
Her ne kadar aziz Augustinus (354-430)
resmi görüş olarak İbraniceyi, kökenlerin insan dili olarak övüyorsa da
Antikçağ, İbrani davasına karşı olanları da biliyordu. Böylece, Cyrli Theodoret
(393-466?) İbraniceye karşı kazanan Süryani dilini ileri sürüyor ve Nyssalı
Gregorius (330-394) İbranicenin en eski dil olmadığı konusunda güvence
veriyordu. Tanrı’nın insanlığın atalarına alfabeyi öğrettiği düşünülen bir
“öğretmen” olmadığını belirtiyordu.[1]
·
İbranicenin eski ayrıcalığını sarsmaktan da
fazlasını yapan Sanskritçe bu dönemde modadır. Fransa’nın, İngiltere’nin ve
Almanya’nın salonlarında ve akademilerinde Veda dili konusunda yapılan
konuşmalar, Hint-Avrupa varsayımının ortaya çıkışını yasallaştırarak dillerin
karşılaştırmalı olarak incelenmesinin yerleşmesini çabuklaştırmaya katkıda
bulunur.[2]
·
“Ne kadar
eski olursa olsun Sanskritçenin Yunancadan daha mükemmel, Latinceden daha
zengin ve her ikisinden de daha ince, hayranlık uyandıran bir yapısı vardır:
Gene de, bu iki dil arasında, fiil kökleri ve dilbilgisi kalıplarında,
rastlantıdan beklenmeyecek ölçüde çok benzerlik olduğu kabul edilir. Gerçekte,
bu öylesine bir benzerliktir ki bir filolog, bu üç dili de, artık varolmayan
ortak bir kaynaktan çıktıklarına inanmadan inceleyemez. Bunun kadar başarılı
olmasa da, çok farklı bir dille karışmış olmalarına rağmen Got dili ve
Keltçenin de Sanskritçeyle aynı kaynaktan geldiğini varsaydıracak benzer bir
neden daha var; eğer burası, İran’ın Antikçağıyla ilgili sorunları tartışma
yeri olsaydı, bu aileye Farsçayı da ekleyebilirdik.”[3]
(W. Jones, "On the Hindus. The Third
Discourse”, Asiatic Researches, I
(1788), 1799 s. 422-423.)
·
“Sanskritçe
diye adlandırılan Hindistan’ın eski dilinin bulunması sayesinde[...] ve bu dili
Avrupa’nın başlıca ırklarının dillerine bağlayan ve Schlegel’in, Humboldt’un,
Bopp’un ve daha başkalarının dehası tarafından açıklanan yakın akrabalığın
bulunuşu sayesinde, dünyanın ilkel tarihini inceleme tarzında tam bir devrim
yapıldı.”[4]
(F. M. Müller, Nouvelles Lecons sur la science du langıuıge (1863), Fr.
çev. G. Harris ve G. Perrot, Paris, 1868, 2. cilt, s. 136-137.)
·
“Hindistan’ın
mitolojik yanılsamasının bilinçsiz oyuncakla olan Avrupalı bilginler, Veda’yı,
yalnızca tarihin değil, hatta insan düşüncesinin en eski geçmişine götürmeye
alışmışlardı. Brahman ortodoksluğu, Veda’lar yoluyla ilk tanrısal vahye
varılacağını ileri sürüyordu: Avrupa bilimsel ortodoksluğu onlar yoluyla
Hint-Avrupa ırkında dinsel düşüncenin ilk vahyine vardığına inandı. Bu yolla
Veda’lar, ırkın dinsel kökenlerinin bir çeşit kutsal kitabı, Ari İncil’i
olmuştu.”[5] J.
Darmesteter (1849-1894)
·
“Böylesine
geniş bir aileyi göstermek söz konusu olduğunda kıtamızın bütün halkların
temsilcileri olarak neden Germenlerin kabul edileceğini anlamadığımdan
‘Hint-Germen’ deyimini onaylayamam [...] Şu anda, daha genel olarak anlaşılmak
için, Fransa’da ve İngiltere’de bir suredir kullanımı yoluyla onaylanan
‘Hint-Avrupa’ adım kullanacağım.”[6]
(F. Bopp, Grammaire comparee des langues indo-europeennes (1833-1849), M. Breal
tarafından Almancadan cevrilmiştiı; Paris, 1866, 1. cilt, s. 21.)
·
Böylece tarihsel dönemin İbranilerine maledilmek
istenen özellikleri Sami toplulukların tamamına atfeden uzmanların sayısı çok
fazladır.[7]
·
Yapıtı zamanın Alman tarih okuluna egemen olan
L. von Ranke (1795-1884) “her çağın, tanrısıyla dolaysız bir ilişki içinde var
olduğunu” söylediğinde, tarihin dinsel açıklamasıyla pozitif bir girişimin
ittifakını güçlü bir biçimde gösterir.[8]
·
Bilimin ve Hıristiyanlığın yeni bir arada yaşama
biçimleri bulmayı denediği bu dönemde Kilise tarafından kabul edilen ilk laik
bilimin kuşkusuz filoloji olduğunu hatırlatmak yersiz olmaz.[9]
·
“Filolojinin
doğuşunun, Batı bilincinde biyolojinin ve siyasal ekonominin doğuşuna nazaran
çok daha sessiz olduğu”[10]
gerçekse de, bununla birlikte, bu bilim dalı Batı’nın tarihsel hedeflerini aynı
süreklilikle belirlemiştir. Ama bu, filolojinin tarihe açık bir bilim olmuş
olduğunu hiçbir şekilde göstermez.[11]
·
İslam araştırmalarının başlatıcısı olan
Goldziher, Samilerarası karşılaştırmalı çalışma alanları açar. Orada Eski Ahit
öteki metinlerle aynı düzeydedir -en azından onun dileği böyledir. Aynı zamanda,
Goldziher Avrupa’nın bilginlerini tarihin kapılarını kapattığı bir cennetten
İbranileri kurtarmaya çağırır; karşılaştırmalı mitolojinin çerçevesinde, öteki
halkların efsaneleri arasında ve tarihteki toplumların büyük çokluğu içinde yer
alma hakkının İncil anlatılarına da tanınmasını ister.[12]
·
Uzun sure ilahiyat alanları içinde sıkışıp
kalmış olan kökenler-dilin, dinin, toplumun, uygarlığın kökenleri- laikleşerek,
XIX. yüzyılda insan bilimleri geliştiğinde sayısız kavgaya neden oldu.[13]
2. MUKADDİR’İN SESLİLERİ -R. SİMON, R. LOWTH, J. G. HERDER (s.37-54)
·
“[...]
İbranicede sesliler harf değildir. Bunun için İbraniler ‘seslilerin harflerin
ruhu olduğunu’ ve sesliler olmaksızın harflerin ‘ruhsuz bedenler’ olduğunu
söylerler (Zohar’dan alınmış iki imge). Gerçekte, harfler ve sesliler
arasındaki bu farklılığın daha açık olarak anlaşılması için, çalmak üzere
parmakların dokunduğu flüt örneği verilebilir; sesliler müziğin sesidir;
harfler, parmaklarla dokunulan delikler.”[14]
(Spinoza, Abrege de grammaire hebraique, J. Askenazi ve J.
Askenazi-Gerson tarafından hazırlanan basım, Paris, 1968 s. 35-36.)
·
Simon’un nazarında, “masoret” diye adlandırılan
Yahudi bilginlerin metnin seslendirilmesini bir işaretler sistemi sayesinde
tespit eden sesli noktalan kaydetmeleri çok daha sonra olmuştur.(fiili olarak
Hıristiyan cağın VII. yüzyılına doğru). Oysa bu “Masorah’ın tanrısal hiçbir şeyi yok” ve “Masoretler pek çok yerde yanılabildiler”. Kuşkusuz çok bilgili
insanların yapıtı söz konusuysa da, Simon gene de onların “ne peygamber ne de yanılmaz” olduklarım kaydeder.[15]
·
Simon, Arapçada ve Süryanice de olduğu gibi
İbranicede de bir metnin noktalamasını değiştirmenin onun anlamını
değiştirmekle eşdeğerde olduğunu hatırlatır İncil’in okunuşunun bu türden
nokta-seslilere bağlı olduğunu kabul etmek “bir
kısmı insanların buluşu olduğu için Kutsal Kitap’ın tamamıyla Tanrı Kelamı
olmadığını” kabul etmektir.[16]
·
Burada, Kilise adamı, cağlar boyunca Hıristiyan
ilahiyatını canlandıran bu tartışmaların biri içinde hamle yapan bir filoloji
uygulamasında açılır. Gerçekte, İncil’in ilahi esini, Metnin Ruh-ul Kudüs’un
etkisi altında ya da yardımıyla kaleme alındığı olgusu, en azından iki
varsayıma izin verir. İncil dolaysız bir vahiyden hasıl olmuş olsun. O zaman Metin
Tanrı tarafından kelimesi kelimesine Musa’ya, sonra da Peygamberlere yazdırılmıştır.
Bu yazıcılar bir bakıma Ruh-ul Kudüs’un basit sekreterleri”dirler. Bu “sözlü
vahiy” sayesinde her sözcük ilahi yazdırma altında kaydedilmiştir. Ya da
İncil’in yazılışı doğrudan bir yardımla hasıl olur. Aynı şekilde “Tanrı’nın
Ruhu tarafından yönlendirilen” yazarlar kendilerine özgü olan sözlü ifadeleri
kullanırlar. Metnin yazılışına bu türden bir bakış Simon’a, Kutsal Kitaplar’ın
gerçek ilhamını, düzeltilmiş olan şu ya da bu pasajın gerçekliliğinden
ayırmasını sağlar. Böylece Simon İncil’deki ilahi esinin zorunlu niteliğiyle,
İncil metninde bulduğu derleştirmeleri, katmaları, hatta yazım yanlışları
olgusunu birleştirir.
Kitap’ın bu kararsız yönüne işaret ederek
Simon, hem hakiki hem değiştirilmiş olan vahyedilmiş bir Metnin
tarihsel paradoksunu aydınlatmaya çaba gösterir. Yahudi ya da Hıristiyan,
herkesin, Kitap’ın “Tanrı’nın saf kelamı” olduğunu kabul ettiğini söyler.
Bununla birlikte, eskiden beri “bütün öteki kitapları” muhafaza ettikleri kadar
iyi bir şekilde Kutsal Kitaplar’ı koruyanlar da insanlardır. İlk Özgün halleri
olmadığından ve bütün kitaplar zamanın ve mekanın sertliğine boyun eğdiğinden,
“zamanın uzunluğunun” ve “kopya edenlerin özensizliğinin” neden olduğu
değişikliklerin olmaması olanaksızdır.[17]
·
1881 yılında bir yaz günü, Louis Duchesne
Loisy’ye, Tischendorf baskısı Kutsal Kitaplar’ı verir. Genç İbranice öğretmeni
o zaman, İsa’nın dirilişi hakkındaki çeşitli öyküleri kıyaslamaya koyulur: “Bana öyle göründü ki, ayrılıklar, Kutsal
Kitaplar’ın içeriğine bile ulaşıyordu ama, son sonuçlan böyle bir saptamadan
çıkarmadım. Tanrısal esin, Kutsal Kitaplar’ın gerçekliğini doğrularsa da,
onların verdiği bilgilerin, en önemli noktalarda bile, gerçekliğini
doğrulamadığı sonucuna vardım.”[18]
·
“Aziz
Paulus Kilise’nin gerçeğin desteği ve direği olduğunu söylediğinde, İncil’in Nüshalarını
gözden geçiren Eleştirmenleri ve Dilbilginlerini kastetmez; ama, Dinin gerçeğini
yalnızca Kitap’ın tek sahibi olan Kilise’de aramak gerektiğine işaret etmek
istedi, çünkü Kilise onun gerçek anlamına sahiptir. Bu nedenle, dünyada
İncil’in hiçbir nüshası kalmasa bile, Din sürüp gitmeyi bırakmayacaktır, çünkü
Kilise her zaman var olacaktır.”[19]
(Simon)
·
“Gerçekten,
onların ruhu hiçbir şekilde insanın doğadan aldığı şeyi yok edecek kadar
tanrısal etkinin egemenliği altına girmemiştir. [...] Musa’nın, Davud’un ve
İşaya’nın kitapları her yerde çok müthiş, çok semavi bazı şeyler göstermesine
ve açıkça Tanrı’nın ruhu tarafından yazdırıldıkları görülmesine rağmen gene de
orada her zaman İşaya’yı, Davud’u ve Musa’yı teşhis ederiz”[20]
(1770) Robert Lowth (1710-1788)
·
Din alanındaki bu uzmanlar İbraniceyi
Sinagog’dan kurtarıp zaman ve mekânın ötesine taşıdıkları bu Eski Ahit’in
diline, başlangıçtaki gücünü geri verirler. Lowth’un yıldızları keşfeden bir
astronom gibi tahayyül ettiği Metin içinde bundan böyle yolculuğa çıkan
tefsirci, artık, ne “yüksek Yahudi
bilginleri olan bu kör rehberleri” izlemeye ne de sapmalar yapmaya
mecburdur. Böylece, eski haham geleneğinden kurtulmuş olan sesliler nihayet
İsa’nın Kilisesi’ni terennüm edebilirler. Masorah bilimi artık yanılmaz,
“tanrısal otoritenin kayası üzerine” kurulmuş bir bina olarak görülmemektedir.
Tamamen tersine, seslilerin eski biliminin “beceriksiz eller tarafından”
derlenmiş olduğunu ve “kumlar üzerine inşa edildiğini” gösterir. Tanrısal
Metnin yorumsal sapmalarıyla daha iyi mücadele etmek için Lowth, ruhani
yoğunluğu bir “müthişlik” filolojisi tarafından sağlanan bir poetikayı
okurlarına sunmak ister.[21]
·
[JohannGottfried Herder(1744-1803)’in 1782’de İbrani
Şiirinin Ruhu isimli eserinden bölümler söz konusudur.] İnceleme,
İbrani şiirinin iyilikleri ve faziletlerinden kuşku duyan Alciphron ile hem bu
dili olağanüstü evrenselliğine ve hem de İbrani dilbilgisinin ne denli mukadder
bir mesajın taşıyıcısı olduğunu ona gösteren Eutyphron arasında gecen bir diyalogla
başlar. Bu konuşmalar suresinde Alciphron şaşırır. Böylesine zavallı bir
lehçeyle gerçekten ilgilenilebilir mi? Seslileri olmayan bu İbranice, anlamı
çözmek için, hatta sadece telaffuzu bulmak için “çoğu zaman anahtarı bile olmayan ölü bir hiyeroglif gibi” ( c .l l
, s. 226) değil midir?
“Seslilerin nereye gittiğini” (s. 240)
bilmek istemekte ısrar eden muhatabına Eutyphron sonunda kesin kanıtlar
getirir. Kuşkusuz, bilinen İbranice seslilerin bir kaç hahamın yeni işleri
olduğunu söyler. Ancak, bununla birlikte, İbranice, kökeninden itibaren bazı
seslilere sahiptir. Aksi kesinlikle kabul edilemez.
“Her
şey bu esine bağlı iken, onlara bir ruh veren soluk olmaksızın kim harfleri
yazabilir? [ ...] ” (s. 240).
“Soluğun” ruhun hareketlerini tercüme
ettiği Doğu dillerinde duygulu simgeler ve deyimler, “fiillerin köklerine”
yerleşirler (s. 230). Kökense dillerin tanımı da böyledir: Ne kadar eski
olursa, orada, o kadar sözcüklerin köküyle eşitlenen duygular bulunur. İbranice
burada örnektir, “soyutlamada fakir,
fakat duygulu, tasvirlerdeyse zengindir” (s. 228). Şiirsel üslubunun basitliğinin
onun müthiş oluşunun işareti olması gibi, arkaik parlaklığının simgesi olan bir
fakirliktir bu.[22]
·
Alciphron konuşmayı daha duyarlı bir konuya
çeker. İbrani dilinin içerdiği çoktanrıcılığa, Tekvin’in ilk sözcüklerinden
başlayarak İbranilerin şiirini derinden tehdit eden bu çoktanrıcılık izlerine
ne anlam vermek gerektiğini tartışır. “Bütün
inançsız uluslara özgü” (s. 253) çoktanrıcılıktan sakınmak için değil midir
ki, Musa, çoğul Elohim’i, “Elohim
yarattı” biçimiyle tekil olarak çekmiştir?[23]
·
Uygarlığın rehberi ve koruyucusu olan
tektanrıcılık, onu ifade eden poetikanın “ilk erken gelişmiş itkisi”, Herder
için, çoktanrıcı düzensizliğe karşı en güvenli engeldir. [24]
·
Dilin Kökeni Üzerine Risale’sinde Herder[…]dilin
bütün halklarda aklın taşıyıcısı olduğunu ispat etmek ister. Bu, “her dilbilgisinin dil üzerine bir
felsefe olduğu” (s. 82) konusunda kafa patlatma
biçimidir.[25]
·
insan,
“bir dil yaratığı”dır. (Herder) [26]
3. “SEÇİLMİŞ HALKLARIN” RAKSI-J. G. HERDER (s.55-69)
·
“Çoğu zaman yalnızca manevi olarak kabul edilen
şiirlerinin büyük kısmı siyasaldır”[27]
(J. G. Herder, İbrani Şiirinin Ruhu)
·
Volk, hepsi bir dil birliği sayesinde
bütünleşmiş, hem bir dini, bir ulusu, bir kültürü, hem de toplumsal ve siyasal
bir birimi gerektirir. Zira, eğer dil yetisi insanı tanımlıyorsa, aynı zamanda
onun siyasal toplumsallığının başta gelen aracıdır da. [28]
·
Bu toplumsal örgütlenmenin gerçekleştirilmesi “yasa koyucusunun değil yasanın egemen
olmasını, bağımsız bir ulusun özgürce bu yasayı kabul etmesini ve kendi
isteğiyle ona uymasını [ ...] ” gerektirir. [29]
·
“Yasa Koyucu” denebilecek bu “teokratik rejimin”
ilkesi böyledir. Görünmeyen Tanrı orada aynı zamanda “yasa koyucu, Yasa’nın
koruyucusu, Kral”dır. Herder, bu hükûmetin amacının “Yehova halkının siyasal
refahını” ve mutluluğunu sağlamak olduğunu, belirtir.[30]
·
Musa en ustun yasacı’dır. Bu nedenle Herder iki
bolumu Musevi kurumlarına ve resimli temsillere başvurmadan bir yasa koymayı
başaran insana ayırır. Hiçbir kralsı insan figürünün temsil etmediği yasa. Zira
onu uygulama görevi tamamen “ulus mabedine” emanet edilmiştir. Öylesine ki
hiçbir zaman Musa iktidarı ele almaz ve halkı kişisel bir iradeye boyun
eğdirmeyi düşünmez, işte bunun için, güveni sarsılmış olan Musa’nın öfkesi
“altın dana” öyküsünde şiddetle patlar. Bu put “ulusun bağını koparıyordu”.
Musa’nın yapıtı bitmemiş olarak kalır.
Yakınlarının fesadı, kendi zayıflıkları Kenan toprağındaki kendi kurumlarının
tesis edilmesinin başında olmasını ona yasaklar. Fakat Yasa’yı vermiş olan bu
insanın tamamlayamadığım, “İsrailli bilgeler ve şairler ondan sonra yaptılar” [31]
·
Öyleyse onları aralarında karşılaştırmak istemek
en büyük saçmalıktır. Hangi neden, doğu dillerinin “barbar, boğuk ve gırtlaktan
gelen” sesliliğiyle “Yunancanın berrak tonu” arasında bir karşılaştırmaya yol
açabilir? [32]
·
“Genel
niteliklerin zayıflığına” duyarlı olan Herder tarihsel bilimlerin tozunu
almak ister. Bir halk, zaman içinde bir an tasvir edildiğinde, “kimin tasvir edildiğini, sözcüklerle böyle
bir tasvire kimin eriştiğini” bilmek sorusunu, önce insanın kendisine
sorması gerektiğini söyler. Kitabi bir kültürden çekinen protestan papaz, din
adamlarına “hoşgörüyü öğrenmek için
yolculuk yapmalarını” tavsiye eder. Zira hiçbir şey halklarla temasın
bıraktığı canlı izlenimlerin yerini tutamaz. Uzaktaki ulusların yaşam biçimini
anlamak için bir yüzyıla, bir dine, bize yabancı olan bir tarihe nüfuz
edebilmek için, önce ona “yakınlık duymak
gerekir” Burada Herder unlu öğüdünü ortaya atar: “Onu duymak için bütün bunların içine dal” Ya değilse, “her ulusun karakterinde bulunan derinliği”
anlatmak mümkün değildir. [33]
·
Zamansal ve bölgesel etmenlere gösterilen bu
aşırı dikkat Herder’i Eski Ahit’i, “doğu yazıları koleksiyonu” ve tanımlanmış
bir kültür tipi olarak görmeye yöneltir. Bu da, Metnin vahyedilmiş oluşunu
engellemeyen hem ulusal, hem folklorik bir kavramdır. Eğer, İbrani İncil’inin
pek çok parçadan, çeşitli cağların yazılarından oluştuğunu kabul etmek
gerekirse, gene de onun bölümleri “büyük
ölçüde dünyanın çocukluğuna aittir”.[34]
·
Her uygarlık, zamanının anlayış biçimiyle
belirlenen bir çağı tanımlayan kendi akışını izler. -Zeitgeist(Çağruhu)- [35]
·
“İncil’i,
birçok yapıttan parçalanarak oluşturulmuş yeni bir yapıt, yavaş yavaş oluşmuş,
çeşitli dönemlerde yeniden elden geçirilmiş bir yapıt gibi kabul etmek,
meseleleri bu tarzda düşünmenin daha henüz egemen olmadığı ve yaşadığım çevrede
daha da az kabul gördüğü ölçüde, kendimi gösterme hevesimi pohpohluyordu.” [36]
J. W. von Goethe (1749-1832)
·
“Hiçbir
insan, hiçbir ülke, halk, ya da bu halkın tarihi, hiçbir Devlet bir diğerinin
eşdeğeri değildir; böylece, aynı şekilde gerçek, güzel ve iyi onlar için benzer
değildir”[37]
J. G. Herder
·
Herder için, ulusal sorun, dinsel olduğu kadar
estetik ve ahlakidir ve bu aynı sayfalarda, çağlar boyunca, çoğu zaman zorla
Hıristiyanlaştırılmış olan bu sayısız topluluklara Hıristiyanlığın katkı kadar
yıkım da getirip getirmediğini kendisine sorar. Bir grubun “ulusal karakterini”
her zaman için tehdit ettiğini bildiğimiz, “yabancı dini ithalinden” doğan
tehlikeler acaba yeterince ölçülmüş müdür? Zira her din, bir halkın ulusal
eğitiminin bir parçasıdır ve temel bir bakış acısı meydana getirir. Bundan
dolayı, dinsel bir kargaşa, bir ulusun “zihin zenginliklerini ve özelliklerini”
mahvedebildiği kadar “saygın önyargıları” da devirebilir. Kilise adamı
halkların Hıristiyanlaştırılmasının meşruiyetinin gerçekliğini tartışacak
ölçüde kendi muhakemesini izler. Ve din değiştirmeyi, olası bir şiddet biçimi
olarak mahkum ettiğinde, bu, önem taşımasını istediği bir soruyu daha iyi
sormak içindir: “Hıristiyanlık ele geçirmeye zorlamak, boyun eğmeye, zalimliğe
hak verebilir mi? Yanıt ona acık ve “anlaşılır” görünmektedir. Bir ulusu,
geleneklerini ona zorla kabul ettirerek Hıristiyanlaştırmak, onu kendi
değerlerine, kendi öz kimliğine ihanet etmeye zorlamak ve böylece manevi ve
siyasal kendiliğini tehlikeye sokmaktır. “Amerikalılar
bir Avrupa kültürüne ihtiyaç duydular mı? İspanyollar bunu onlara hiç
götürmediler”. [38]
·
Öyleyse hiçbir halk kendisinin seçilmiş halk
olduğunu söyleyemez. Hatta bunlar “Roma.
Dünyasını işgal eden Almanlar (Deutschen)
bile olsalar” (s. 289), onlar, “Avrupa’da
Tanrı’nın seçilmiş halkı” olarak kabul edilemez ve dünyanın onlara ait
olmasını sağlayacak “doğuştan bir soyluluk” onlara tanınamaz. Öteki halkların
onların boyunduruğu altında olmalarını kabul etmek için hiçbir neden yoktur,
böyle bir şey fatihlere soyluluğu olmayan barbar bir rol verirdi. Tarih bunun
kanıtını yeterince vermiştir: “Barbar
zorla egemen olur; kültürlü galip, öğretir”. Sonuç olarak bir ulus kendini
“seçilmiş halk” olarak ilan edemez. Ne eski Almanlar (s. 289) ne de “sözde Tanrı’nın tek halkı”. [39]
·
Burada Herder, “her ulus kendi durumu içinde, biricikmiş gibi kabul edilmelidir” ve
“her halk yeryüzünde biricikmiş gibi
görülmelidir” diye ısrar eder. [40]
·
“Ne pongo
ne de şebek senin kardeşindir, ama Amerikalı ve Zenci öyledir”[41]
J. G. Herder
·
Öyleyse ne onları ezmek, ne onları öldürmek, ne
de onları soymak gerekir. İnsan ve maymun arasındaki ayrılık, Tanrı’nın her
birini kendi türüne göre tasarladığı canlı türlerini karıştırmamak konusundaki
Hıristiyan endişesine karşılık gelir. Bu, aynı zamanda hayvan ve insan arasında
bir yakınlık düşünmeyi, “maymunlarla kardeş olmayı” da yasaklar. İncil
tekkaynaklığına (insanların kaynağının birliği kuramı) bağlı olan bu tabu, gene
de Herder’in “doğanın, maymunun yanına Siyah adamı koyduğunu” düşünmesine engel
olmaz Siyahların “şehevi zevkler bakımından çok daha zengin oldukları için” (c.
13, s. 235) daha soylu diğer yeteneklerden mahrum kalmış olduklarını
düşünmesine de. Cinselliklerinin bu gelişimi “dudaklarda, göğüslerde ve cinsel
organlarda” kendini gösterir, böylece, Afrikalılar için, pek imrenilmeyecek bir
fizik yapıyı beraberinde getirir. Öyleyse onları böylesine kotu bir pay
almalarından dolayı “küçümsemek” değil, fakat onlara “acımak” gerekir -onları
“mahrum bırakan” doğa, onlara bazı tavizler vermiş olsa bile. Bu sıcak
bölgelerin ikliminin aşın olması nedeniyle Herder, bu özürlülükle çevre
arasında bir bağıntı görür.[42]
·
Siyahlar ve sarılar karşısında duyduğu ahlaki
rahatsızlıktan başka, Herder, aynı zamanda, fiziksel iğrenmesini de ifade eder.
Siyahlarla ilgili olarak: 13. cilt, s. 228-238; Çinlilerle: 14. cilt, s. 8;
Japonlarla: 13. cilt, s. 218. Bununla birlikte, 1797’de bir başka durumda, doğa
bilimleri için, insanlığın doğal tarihinde olduğu gibi, sınıflandırmalarda
“hiçbir hiyerarşi” (keine Rangordnung) olmadığını ifade eder (18.
cilt, s. 248). Çok acık olarak, burada, eğer Beyaz, Siyah’ı “karanlık bir
hayvan olarak” kabul ederse, Siyah’ın da onu bozulmuş bir türün (eine Abart)
bir üyesi olarak telakki etmeye “o
kadar hakkı vardır”, der. [43]
·
Herder için bunlar, kültür ile onun vazgeçilmez
gereci olan dildir ve aynı zamanda her ulusun sınırlarını ve imkanlarını
belirleyen coğrafi ortamın, iklimin zorlamalarıdır. “Kısaca, yeryüzünde ne dört ne beş ırk, ne de uyuşmayan çeşitlilikler
vardır” (c. 13, s. 258). Bundan dolayı bir halkı başkaları arasına
yerleştirmek için Herder, “insanlığın
tarihsel ve coğrafi bir tarihinin” yapılmasını önerir. İnancı insan turunun
birliğini parçalamayı engelliyorsa da bazı ulusları hareketsiz, tarihdışı, ne
zamanda ve ne de mekanda serpilen bütünlükler olarak kabul etmeyi yasaklamaz.
Böylece komşularına kültürü getiren Cin’in meziyetlerini unutmadan Herder, “Yahudiler gibi kendi köselerinde başka
halklarla karışmaktan uzak kalan Çinliler [ ...] ” için nefretini ifade
eder. Yasalarını koyduktan ve erken bir dönemde ahlakı düsturlaştırdıktan sonra
Çin halkı, “eğitimi esnasında durdu ve
çocukluk yaşında dondu kaldı” Çin dili üzerine bir göz atılması “seksen bin birleşik harften oluşan sonsuz
kalabalığın” kuşkusuz bu halkı bir “çocukluk tutsaklığı” içinde yaşatma
amacı güttüğünü anlamayı sağlar. Yaşayan bir fosil olan bu ulus, “aynı şekilde, bu halkı yapay düşünme bicimi
içerisinde” sabit kılmaya katkıda bulunan kendi dili tarafından felce uğratılmıştır:
“Zira, her ülkede dil, orada halkın
fikirlerinin oluştuğu, muhafaza edildiği ve iletildiği bir kap değil midir?”
Böylesine çocukça ve hareketsiz olan, sabahtan akşama kadar “sıcak su içen” bu
Çin, “milyonlarca kilo çay” satarak “Avrupa’ya çürümüşlüğü” getirir. [44]
·
Halklar arasındaki fiziksel ve düşünsel
ayrılıklar üzerinde yıldızların etkileri de olabilir, bu da ona[Herder’e], bir
gün bilimsel astrolojinin kurulma umudunu ifade etmeğe olanak verir. [45]
·
Herder, farklı görüş açıları benimser. Ve bazı
durumlarda Batı üzerine yoğunlaşmış her turlu tutumu sertlikle eleştirebilirse
de, başka yerde “Avrupa ölçüsünü” kullanmakta tereddüt etmez. [46]
·
“İnsanlık
tarihçisi bir yazarın, gerçekte hiçbir dini olmamalıdır” [47]
J. G. Herder
·
Akıl felsefelerine karşı çıksa bile, Herder,
kendine rağmen, bir Aydınlanma insanıdır. [48]
·
İlke olarak hepsi eleme koşusuna kabul edilen
uluslardan az bir kısmı bitiş noktasına varır. Zira Mukaddir’in öncelikleri
vardır. Gerçekte, zamanlar ve halklar arasında sayıca az olan, özellikle “Hıristiyan ve Yahudi vahyinin harekete
geçtiği ve yayıldığı yerler”de yaşayanları “Tanrı öncelikle seçer”; “Olay
böyledir. Öteki bölgelerde bağımsız insan aklı henüz uykudadır”. Herder
düşüncesini açıklar. Mitoloji, liturji, etik Kuran’da, Zend-Avesta’da,
Brahmanlığın kitaplarında, ya da Konfüçyüs’ün öğretisinde vardır. Fakat burada
hiçbir şey “gerçek anlamda vahye” uygun düşmez. [49]
·
“Bunun
içindir ki bizim vahyimiz [... ] hiçbir başka sözde vahiyle karşılaştırılamaz.” [50]
J. G. Herder
·
Tarafsızlık endişelerini unutan Herder, böylece,
tarih felsefesinin mekanizmalarını ayarlar. Hıristiyanlığa doğru yürüyen
tarihin hareketini ve halkların Hıristiyanlaştırılması koşusunun anlamını
bitiştirerek Kilise geleneğine yakın düsen Herder, bununla birlikte hissedilir
derecede ondan ayrılır. Zira, tarihsel inancı, öteki dünyada kurulmuş bir
selametin tam olarak hizmetinde olmak istemez, fakat gerekliliğini içinde
taşıyan bir tarihin anlamı doğrultusu içinde yer alır. [51]
·
Yahudilik ve zamanının Yahudileri ile “siyasal”
ilişkisi nedir? Herder, bu halkın “eskiden olduğu gibi, halen de, dünyanın en
seçkin halkı olduğunu ve bugün de böyle olmayı sürdürdüğü” (10. cilt, s. 139)
kanısındadır. Hem düşmanca, hem de uzlaştırıcı bir bicimde, Yahudilerin “asalak
bir bitki” gibi olduklarını (14 cilt, s. 283), ancak, “bir gün gelecek ki
Avrupa’da kim Yahudi, kim Hıristiyan diye artık hiç sorulmayacağını” ifade eder
(s. 284). O zaman Yahudi, asimile olacak ve “Avrupa yasalarına göre
yaşayacaktır”. 1802 yılındaki Adrastee’sinin (1803’de, olduğu yılda yayımlanan)
bir kısmı “Yahudilerin din değiştirmelerine” ayrılmıştır. (Bekehrung der
Juden, 24, cilt, s. 61-75). Burada, Avrupa’ya yabancı “bu Asya halkı”nın
(s. 63) kaderini dinsel bağlamda değil ama, “basit bir devlet sorunu
olarak" göz önüne getiriyor. Musa’nın Yasası’na bağlı olan bu ulusun
“Avrupa’ya değil, Filistin’e ait olduğunu” ve kuşkusuz, bir gün, Yahudilerin
Filistin’e geri döneceklerini (s. 66) hatırlatırken, aynı zamanda Herder,
“Yahudi ve Hıristiyan çocukları ahlakın ve bilimin esaslarına göre eğitilirler”se
(s. 73), bunun onları birleştirebileceğini kesin olarak söyler. Hemen ilave
eder, hem “kim, Spinoza’nın Mendelssohn’un(...), felsefe yapıtlarının Yahudiler
tarafından yazıldığını düşünür?’’. Kısacası, “onların Filistin’i, yaşadıkları
ve onurla hareket ettikleri her yerdedir” [52]
·
Herder, uygarlıkların karşılaştırmalı tarihine
yeni yollar açmaya katkıda bulunur. Kültürlerin ne kadar eğreti, geçici
olduğunu bilir. “Büyük heykeller gibi
devrilen ve karşılıklı olarak toprağa gömülen” çağların dayanıksızlığını
söyler. Bununla birlikte, kültürel çoğulculuğun çökmesi için ufukta
Hıristiyanlığın güçlerinin görünmesi yeterlidir. O zaman Herder evrensel
tarihin sahnesinde, başka yerden gelen hiçbir gölgeye artık müsamaha göstermez.
Bütün bu uzak halklar, bilmeden bile olsa, Kitap’ın övgüsünü terennüm etmezler
mi? Bu “sözde vahşilerin sözleri” (c. 5, s. 556) “Vahy’in aynı derecede canlı
yorumları” değil midirler? Hıristiyanlık “insan
dünyasının en önemli tarihini” (s. 567) cisimleştirdiğine göre, Herder
bundan kuşku duymaz. Vahy’in tek taşıyıcısı olan Hıristiyan Batı öteki ulusları
ebedi küçükler rolüne iter. Onlar, oluşum halindeki bir dünyanın hesaplarından
uzakta, tarihsiz bir çocukluk içinde itişip kakışan halklar olarak kalırlar. [53]
4. MÜTHİŞ İLE DEHŞET ARASINDA (E. RENAN) s. 70-103
·
“Orada,
eleştirel zihin ile son derece dindar bir zihnin uzlaşmasını arıyordum.
Hıristiyan olmayı bırakmadan filozof olabilmek için zaman zaman protestan
olmadığıma pişman oluyordum” [54]
Joseph-Emest Renan
·
“Gerçek
filolog, hem dilci, hem tarihçi, hem arkeolog, hem sanatçı, hem filozof
olmalıdır. (...) Filolojinin amacı kendisi değildir: Onun, insan zihninin
tarihinin ve geçmişin araştırılmasının zorunlu koşulu olarak değeri vardır.” [55]
·
İnsanlığın bilimlerinin yüce yargıcı olarak,
yeni selametinin laik aracını var etmeyi hayal etmektedir: Bu da filolojidir.
XIX. yüzyılın ikinci yarısında pek çok başka bilginler için olduğu gibi, Renan
için de filoloji, bundan böyle, “manevi
şeylerin kesin bilimini” temsil eder. [56]
·
Uzun zaman tektanrıcı şeyi inatla elinde tutan,
Asya’nın5 bir köşesinde kaybolmuş, karanlık, küçük bir halktır[İbraniler]. [57]
·
Vaadedilmiş toprakla Yeryüzü Cenneti arasında
bir yerde, tarihin ucundaki durumlarıyla pırıldayan İbraniler, gene de, her
şeyiyle kaba, silik ve en küçük bir gelişmeden yoksun olduğu görülebilecek bir
uygarlık içerisinde kök salarlar. Daha da şaşırtıcı olan: Paylaşılmamış bu
hazineden, sırasıyla, Adem’e, Nuh’a, İbrahim’e ve peygamberlere görünen bu
ışıktan, İbraniler hiçbir şekilde yararlanmadılar. Yüce sır, kısır bir toprağa
gömülmüştü. Zira tektanrıcılığın Samiler tarafından yönetimi, onların onu yayma
yeteneğine ve çoktanrıcılıkla mücadele etmek için ondan yararlanma kabiliyetine
sahip olmadıklarını gösterir. Bu halkın içinden İsa’nın çıktığı güne kadar.[58]
·
Histoire generale et Systeme compare des langues
semitiques’inin (Sami dillerinin kartlaştırmalı sistemi ve genel tarihi, 1855)7
ilk sözcüklerinden itibaren Renan “Bay Bopp’un Hint-Avrupa dilleri için
yaptığını Sami dilleri için” yapmak ister. [59]
·
“Kuşkusuz
İsa, Yahudilikten çıkar: ama, oradan, Sokrates’in sofistlerin okulundan
çıktığı, Luther’in Ortaçağdan çıktığı gibi, çıkar( ...)” [60]
Joseph-Emest Renan
·
Renan değişmez bir biçimde Ari dilinin Sami
diline üstünlüğü ve başlıca eşitsizliğini belirtir. [61]
·
Öteki ırkların karşısında kendi insanlıklarını
gösteren bu “aile havasının” ötesinde, bundan böyle her şey, onları farklı
kılacaktır. Böylece büyük Hint-Avrupa ailesinin üyeleri, Hintlilerden,
Yunanlılardan, İranlılardan ve Germenlerden oluşan bu son derece bireyselleşmiş
halkların çeşitliliğine uyan bir lehçeler yığını oluşturur. Buna karşılık
Samilerde aile sadece birkaç ağıza bölünür. Bunlar, kendi aralarında, bir tek
Hint-Avrupa grubunun üyelerinden daha fazla ayrılmamışlardır.[62]
·
Renan, Sami dillerinin maddesini yalnız ve
imgesiz bir Tanrı’nın belleği olarak tasvir eder. Çıkışsız bir sure içerisinde
donmuş bir lehçeler “dilin ortaya çıkışının ilk günlerinden başlayarak” çarpıcı
kimliklerini muhafaza ettiler.[63]
·
Önce, bu önemli olay, bir bakıma onun haberi olmadan
meydana gelmiş olsa bile, tektanrıcılık ona vahyolduğuna göre, bu halka “yüce
bir görev de” yüklendiği görülür. Sonra, Hıristiyanlığı “son din” olarak
tanımasına açıkça engel olan bu “çok talihsiz sadakat” aynı halka atfedilir.[64]
·
Dilin sisteminden dinin sistemine geçişte Renan
için bir yakınlıktan çok, gerçek bir rastlantı vardır. Böylece ilk
tektanrıcılığı ifade eden diller, hiçbir sızıntıya tahammülü olmayan bir “tüf”
taşından yontulmuşlardır. Taşlaşmış olarak, onlar değişmezdirler. Hoşgörüsüz ve
zalim belleği “Tanrı Tanrı’dır” formülünü yücelten ebedi bir hatırada
özetlenen, görünmez seslilerden oluşan sert bir çekirdek.[65]
·
Bu uzlaşmaz sadakati, Renan, aynı zamanda
İbranilere atfeder. O, başka yerde, kutsal metinleri muhafaza etmedeki İsrail
yeteneklerini, Brahmanlardaki ve Parsilerdekilerle kıyaslanabilecek bir
sadakate yaklaştırır.[66]
·
Tamamen değişik olan Hint-Avrupa dilleri, her
zaman tarihin etkisi altındadır ve çoğalmak için doğmuş olduklarından
dilbilimin meydana gelmesini sağladılar. Hiçbir zaman bu bilim “yalnızca Sami dillerini incelemeyle”
geliştirilemezdi. Çünkü bu diller, onların doğduğunu gören manzara gibi
donmuştur: “Çöl tektanrıcıdır; sonsuz
aynılığı içinde yüce [ ...]” [67]
·
Samilerin zihnini biçimlendiren, tarihin
kanıtlarına duyarsız bu “çelikten dillerin” egemenliği buradadır.
“Hareketsizliğe sadık halk” olma
tarzları, zihniyetlerinden fazla değişmeyen dillerinin, fikirlerinin
direngenliğini açıkça gösterir. Hiçbir hareket onu dolaşım haline getirmez. Her şeyin tarihin gizilgücüyle, gelişme ve
ilerlemenin ilahi yoğunluğuyla ölçüldüğü bu XIX. yüzyılda, tektanrıcılık
mucizesinin esasını niteleyen, Sami durgunluktur.[68]
·
Sami, göçebe “insanların hem en az, hem de en çok dindar olanıdır”. [69]
·
Ve Samilerin dili ciddi dilbilgisel ve
sözdizimsel eksikliklerden muzdaripse de, kökenlerin müthişliğiyle doludur ve
insanlığın bilince ilk uyanışının hatırasını korur.[70]
·
Her halkın düşüncesi kendi dil sistemine
karmaşık bir bicimde bağlı olduğundan, Samilerde “çok derin bir bicimde tektanrıcı olan, düşüncenin kendisidir.” Daha acık olarak, Renan için dil, bir ırk
sorunu, fizik antropolojiden yana olanlar için zorlayıcı olan bir “kalıp”
olduğu için, Sami dilleri, “tektanrıcı
bir ırkın organları” olur. O halde Renan için, bir dilin kategorileri ile
onu formüle eden zihnin kategorileri arasında kaçınılmaz bir bağıntı vardır.[71]
·
A.-A. Coumot (1801-1877), ırk
sınıflandırmalarına başvurup bununla birlikte 1861’de “bir yüzyıldan beri
girişilen bunca çalışmanın, ırk tanımına ulaşamadığı” saptar. Ve “ırkların,
doğa bilgininin gerçek birimleri olabilecek kesin özelliklerinin” mevcut
olmadığını ilave eder. [72]
·
“Böylece
dil, hemen hemen, insan topluluklarının bölünmesinde ırkın yerini aldı, ya da
‘ırk’ sözcüğü anlam değiştirdi. Dil, din, yasalar, gelenekler kandan daha çok
ırkı yarattı” [73]
Joseph-Emest Renan
·
“Sofu
Müslüman olan Türk, günümüzde, Fransız, ya da daha doğru bir deyimle, Avrupalı
olmuş bir İsrailliden çok daha gerçek bir Samidir”[74]
Joseph-Emest Renan(1859)
·
“Artık
Yahudinin, Küffarın, Yunanlının, Barbarın” olmamasını dileyen Aziz Paulus “insanlara dünyevî kökenlerini unutturmak ve
yalnızca tanrısal doğalarından gelen kardeşliklerini sürdürtmek” istedi.[75]
·
Ancak burada Renan’ın tarihsel görüşü tam
anlamıyla durağandır. Uygarlaşmış halklar -yani Batı’nın “beşiğiyle”
özdeşleştirilen Ariler ve Samiler- hiçbir zaman “yaban hali” tanımadılar; yaban
halktan “tek bir örnek” de yoktur ki bir gün uygarlığa erişmiş olsun: “Bir Sami ya da Hint-Avrupa dili konuşan
yaban bir ırk düşünmek çelişkili bir hayâldir.”[76]
·
İnsanlar ne kemirici, ne de etobur hayvan
olduklarına göre, “dünyayı dolaşarak
insanların kafataslarım yoklamaya ve sonra onlara ‘Sen bizim kanımızdansın;
bize aitsin’ diyerek boğazlarına sarılmaya hakkımız yoktur” [77]
·
“Dillere
verilen siyasal önem onlara ırk işaretleri olarak bakılmasından ileri gelir.
Hiçbir şey daha yanlış değildir [... ] Diller, onları konuşanların kanı
hakkında çok az şey gösteren ve her durumda insan özgürlüğüne zincir
vuramayacak olan tarihsel oluşumlardır [...] insanın, şu ya da bu ırkın, şu ya
da bu kültürün üyesi olmadan önce akıllı ve ahlaki bir varlık olduğu temel
ilkesini terketmeyelim.”[78]
·
Renan’ın, her şeyden once “insan
özgürlüğünü", kendi aralarında eşit olduklarını kabul ettiği birimlere,
“üstün ırklara” verdiğini görmemizi sağlar.[79]
·
“Onu idare
etmek için o ülkeye yerleşen üstün bir ırk tarafından, aşağı bir ırk ülkesinin
fethedilmesinde güce gidecek hiçbir şey yoktur.”[80]
Joseph-Emest Renan
·
Renan’ın onaylamadığı şey “eşit ırklar
arasındaki” fetihlerdir. Fakat, “aşağı olan ya da üstün ırklarca yozlaştırılan
ırkların canlandırılmasına” katkıda bulunmayı sağlayan her şey tavsiye edilir.
Bu “üstün” insanlığı, Renan, Avrupa’yla özdeşleştirir. “Uygarlığın ortak
düşüncesinin” korunduğu yer olan Avrupa, kişiler arasında eşitliğin kendini
kabul ettirdiği tek yerdir: “Kuşkusuz
bireyler arası eşitliği ve ırkların eşitliğini temel bir olgu hatası olarak
reddediyoruz; insanlığın yükselmiş kısımları alçak kısımlarına egemen olmak
zorundadır; insan topluluğu, orada eşitliğin değil, fakat huzurun, iyiliğin (orada
insan hayvanlara karşı da böyle davranır) egemen olduğu çok katlı bir yapıdır.
Ama tarihin onları yarattığı şekliyle Avrupa ulusları, her üyesi dokunulmaz
olan büyük bir senatonun üyeleridirler”[81]
·
Her halkı doğal denen niteliklerine bağlayarak,
her ırkı kendi tarihsel rolüne hasrederek “doğa
bir işçi ırkı yarattı, hiçbir onur duygusu olmaksızın, harikulade bir el
ustalığına sahip olan Çin ırkı; [...] -bir toprak işçileri ırkı, bu
zencilerdir; [...] -bir efendi ve asker ırkı, bu Avrupalı ırktır”[82]
·
“Irkların
eşitsizliği kanıtlandı. İlerlemenin tarihinde az ya da çok onurla anılan her
insan ailesinin adlan aşağı yukarı belirlendi.”[83]
Joseph-Emest Renan
·
Tanrı demek olan Elohim’in orada çoğul
bir terim olması boşunadır, tekil bir fiille bir araya getirilir. Zaten,
dillerinin imgelerine çökmeyeli doğanın eklemlenişi Samilerce bilinmemektedir.[84]
·
Dilbilgisinin, sözdiziminin zenginliği sayesinde
Ariler, çokluğu içinde doğanın canlılığını kavrarlar.[85]
·
F. Max Müller’in yeni incelemelerini zikreden
Renan, tanrıların adında bir doğal olgular çokluğu yakalar. Bu anda, her kok
“gizli bir tanrı” içerir. Dil yetisinden Hint-Avrupa dinine geçilince Sami
halklarıyla olan farklılık, aynı şekilde, patlar. Gerçekten, Ari kültü “doğanın
bir yankısı” olarak özetlenir.[86]
·
Zira ilk anların büyük ayrıcalığı olan şey,
onların üstüne bir tuzak gibi kapanır. Gerçekte bu, Arileri, mitolojinin
kusurlarına, tanrıların karmaşıklığına hazırlayan, daha sonra onları metafiziğe,
fiziğe ve bilimsel zekâya yönelten manevi çatının aynı zenginliğidir. Bir
zamanlar çok ani bir ilerlemenin nedeni olan Sami tektanrıcılığına gelince, bir
anda tersine döner ve “insanlığın yürüyüşünde bir engel” haline gelir.[87]
·
O zaman Renan, paganizmin mitlerinin icadının,
panteonlarının çokluğunun, “düşünme
özgürlüğünü, inceleme ruhunu da” ne denli içerdiğinin altını çizer. Burada,
“Tanrı’nın, insanlığın ve evrenin
sınırlarım belirsizlik içinde dalgalanmaya” bırakan hayalgücüyle dopdolu bu
toplulukların kalbindeyiz. Çocuk olan bu halklar, tam bir bağımsızlık içinde “evrendeki çokluğu” tasarlarlar. O zaman çoktanrıcılığın
dillerini konuşurlar. Olgunluk cağı geldiğinde bu aynı halklar, bilimin sırrını
keşfederler.[88]
·
Sami ırkının ani utkusunun sonunda ona zarar
vermesinin nedeni, bütün öteki halkların ondan ödünç almak zorunda kaldıkları
tek Tanrı kavramının bilgisine “ilk günden başlayarak” eksiksiz olarak erişmiş
olmalarıdır. “Zarif bir çocukluktan sonra
sadece orta halli bir olgunluğa ulaşan bu az verimli doğalar” gibi, Sami
ulusları, “yetkinleşme” kabiliyetleri olmadığından, temel bir eksiklikten acı
çekerler. Tanrı orada yalnız ve mükemmelse de, Sami tektanrıcılığı insanlığın
çocukluk döneminde donup kalmış olmakla belirlenir. Onu telaffuz eden diller
gibi, dinsel ruhun bu tekdeğerliliği de hareketsizliğe maruz kalmıştır.[89]
·
Eğer Renan “Sami
ırkının insan türüne çok büyük bir hizmette bulunduğunu” kabul ediyorsa, bu
hizmet, “tamamen olumsuz bir hizmet”,
Hint-Avrupalıların dünyaya taşıdıklarının kesinlikle aşağısında bir hizmet
olarak kalır: Onlar “her uygarlığın
subsratum”unu getirmişlerdir.[90]
·
Bir “Sami paganizmi” altında, zorunlu olarak bir
“ilkel tektanrıcılığın” profili görünür. Bunu kanıtlamak için her Sami tanrı
adında saklı olan, cinse ait El terimini görmek yeterlidir. Eğer Renan
bazı Samilerde tektanrıcılık eğilimi olduğunu kabul ediyorsa, bu hiçbir zaman
Arilerin evrenini ve tanrılarını hareketlendiren doğal güçlerin sonucu
değildir. Daha çok belirişler, tek bir tema üzerine basit tanrısal çeşitlemeler
söz konusudur. [91]
·
Renan, Samilerin ilk zamanlarının
tektanrıcılığıyla ilgili ifadelerini hafifletir (6. cilt, s. 48 vd.). Ama
burada gene inançsız bir odun söz konusudur. Eski Sami çoktanrıcılığını kabul
etmeyi reddeden dogmatik korluğu çok anlamlıdır, çünkü Renan, eski Sami
dünyasının çoktanrıcılığı ile ilgili yazıtsal tanıklıkların çok bol olduğu Corpus
inscriptionum semiticarum’un yayın yönetmenidir. Bu konuda J. Darmesteter
şunları yazar: “Irk kavramının ve dil
kavramının belirlenmesinin kuşkulu ve tehlikeli olmasının üstünde durmadan,
Sami epigrafisindeki ilerlemeler, 1845’den beri tektanrıcılığın, Samilerde
sadece bir istisna olduğunu ortaya çıkarmıştır [...]. M. Renan tarafından
oluşturulan Corpus bile, antik
Kartaca’dan, Fenike’den, İslam oncesi Arabistan’dan, eski bir Sami
çoktanrıcılığına dair sayısız kutsal kalıntı getirmiştir. [...]. Bu kuramlar
[...] M. Renan’ın, butun yapıtına, sonuna kadar egemendir [ ...]” [92]
·
Bu tektanrıcı uygarlığın göçebe yüreği, onu
barındıran çadırdır. Ve görünmeyen Tanrı’sı için hareketli bir taht keşfetmek
bile gerekir. Sami toplumuna gelince, bu, her şeyden once, orada “hiçbir
siyasal ve adli kurumun” görülmediği bir kabiledir. [93]
·
Renan, İslamda, tektanrıcı üç dinin en gerici
olanını ve hatta Sami ruhunun ifadesini görüyordu. [94]
·
Renan, çoğunlukla, görülmemiş bir sertlik
göstermiştir. Bir tek örnek: Fenike’deki görevi sırasında (1860-1861) yazılmış,
siyah deri ile kaplı küçük cep defterlerinden birine kaydedilen ve Bibliotheque
nationale'de muhafaza edilen ve H. Psichari tarafından anılan bir notta şunlar
okunur: “İnsanların en halim selimi olan
ben, kötülükten yeterince nefret etmediğim, onun için hoşnutluk duyduğum için
kendime kızan ben, İslam için acımasızım. İslama, haysiyetsizce ölüm diliyorum.
Onu tokatlamak isterdim. Evet, Doğu’yu Hıristiyanlaştırmak gerekin ancak, Doğu
Hıristiyanlarının yararına değil, Batı Hıristiyanlığının yararına” (Renan
d'apres lui-meme, Paris, 1937, s. 213-214). [95]
·
“Yahudiliğe
hiçbir şey borçlu olmayan, ancak her parçasıyla yüce ruhunun yaratısı olan
yüksek bir Tanrı kavramı, İsa’nın düşüncesinin ilkesi oldu[...] Sonuç olarak
İsa’da Yahudi hiçbir şey yoktur.” [96]
Joseph-Ernest Renan
·
O zaman Renan Yahudilik ve İslamın karşısında
“daha az Sami olan” bir Hıristiyanlığı, hatta, ortaya çıkartılan üç dinden “en az tektanrıcı olan” Hıristiyanlığı
kabul eder. [97]
·
“Hıristiyanlık
utkusu, ancak Yahudi kabuğunu tamamen kınnca, kurucu sunun yüce bilincinde Sami
düşünüşünün dar engellerinden kurtulmuş bir yaratı olduğu andaki haline yeniden
döndüğünde sağlamlaşmıştır” [98]
Joseph-Ernest Renan
·
“Kökeninde
tam bir Yahudi urunu olan Hıristiyanlık, böylece zamanla ırktan aldığı hemen
hemen her şeyden sıyrılma noktasına geldi, öyle ki, onu eksiksiz bir Ari dini
olarak görenlerin tezi pek çok bakımdan gerçektir” [99]
Joseph-Ernest Renan
·
“Yahudiliğin
devamı Hıristiyanlık değil, fakat İslamdır.” [100]
Joseph-Ernest Renan
·
İbranilerin yapıtı “olumsuz bir hizmet”le
özetlenmesine karşın, İslam “insan türü
için faydalı olmaktan çok zararlı” oldu. [101]
·
“Modern bilimin araştırmaları sayesinde arı ve
katışıksız Hıristiyanlığın, ulu Budizmin bir dalından başka bir şey olmadığının
ispatına ulaşılabildi…”[102]
(R. Wagner ve F. Liszt, Correspondance
(1841-1882), Paris, 1943, s. 327)
·
H. S. Chamberlain (1855-1927), Wagner’i ve
Bayreuthlu arkadaşlarını heyecanlandıran, Ari bir İsa’yı popüler kılan,
Hıristiyanlığın Arileşmesine pek çok sayfa ayıracaktır. [103]
·
L. E. Burnouf (La Sciences des religions [1870],
Paris, 1876): “Bütünü içerisinde Hıristiyanlığın Ari bir doktrin olduğunu ve
din olarak Yahudilikle halledecek hiçbir şeyi olmadığını" (s. 120)
göstermek için sayısız sayfa ayırır. Ya da, “dinimizin başlangıç kaynağını
aramamız gereken yer İncil değil Veda ilahileridir” (s. 217). Fakat bir yüzyıl
önce, Voltaire, 21 Aralık 1775’de, Prusya kralı II. Friedrich’e şöyle yazar:
“Bana öyle geliyor ki, bizim aziz Hıristiyan dinimiz eski Brahma dini üzerine
kurulmuştur” (bkz. Voltaire's Correspondence, T Besterman’m hazırladığı
baskı, Cenevre, 1964, 92. cilt, mektup 18677, s. 182; bkz. yukarıda, s.
22, n. 47). H. Pinard de La Boullaye’de, L’Etude comparee des religions.
Essai critique, Paris, 1922, 1. cilt, s. 465-466, Hıristiyanlığın Buda kökenlerine
ait varsayımların tarihi hakkında bazı kaynakça bilgileri verir. [104]
·
Yahudi dininden kurtarılan bu İsa’ya, Renan,
çakıltaşlı, verimsiz ve dogmatik ülke Yahuda çölünün karşısına verimli ve
gülümser bir Celile’yi yerleştirerek, yeşermiş bir ülke bağışlar. Orada, “bu
Yeryüzü Cenneti”ndedir ki İsa karşılanmış ve anlaşılmıştır. Gene oradadır ki,
insanlığı gelişmeye doğru götürmek üzere başvurulmuş bir düşüncenin ilk anları
kok salmıştır. O zamandan beri on sekiz yüzyıl geçti ve İsa’nın dinine evrensel
ve ebedi bir nitelik atfetmek gerekir, çünkü pek çok bakımdan “son din"
söz konusudur. [105]
·
“Böylece
İncil kendisinin olmayan meyveler getirdi; Yahudilik, üstünde Ari ırkının
çiçeğini açtığı yaban fidandan başka bir şey olmadı” [106]
Joseph-Ernest Renan
·
"Bütün
doğu halkları arasında yalnız İsrail dünyanın tamamı için yazmak ayrıcalığına
sahip oldu. Kuşkusuz Veda’ların şiiri hayranlık uyandıran bir şiir, bununla
birlikte ait olduğumuz ırkın ilk şarkılarından oluşan bu derleme, dinsel
duygularımızın anlatımında hiçbir zaman bizimkinden çok değişik bir ırkın
yapıtları olan Mezmurlar’ın yerini tutmayacak” [107]
Joseph-Ernest Renan
·
Renan’ın, Samiler için tektanrıcı İsrail ne ise,
çoktanrıcı Yunanistan da Hint-Avrupalılar için odur.[108]
·
Sokrates Atina’ya karşı çıkarak, Kudüs’te
İsa’nın rolüyle karşılaştırılabilecek bir rol oynar.[109]
·
Veda’ların buluştuğu bir başka benzeştirme daha:
Sanskritçe İbraniceye tekabül eder. Çünkü bu lehçelerden her biri “anahtarı”
elinde tutar, kendi dil ve düşünüş ailesini belirleyen “sırların mutemedi”dir.[110]
·
Sanskritçe ve İbraniceden oluşan bu dil
çiftinde, Ari, “bir metafizik sistem içinde” ün salar, Sami “şehvetli ve tatlı
bir şiirle” ölümsüzlüğe ulaşır. Böylesine duygulu ses tekrarının Samilerde
egemen olduğu yerde, Sanskritçe başından beri yalnızca “kavramsal bir anlamı”
varmış gibi görünen bazı sözcüklere sahiptir. Bu çiftin böylesine eşit olmayan
iki üyesinin birleşmesinden Hıristiyanlık ortaya çıkar. Arilerin soyut aklının
sonunda Samilerin dinsel coşkunluğuna egemen olduğu bir bağlaşma. [111]
·
…doğaüstüne, boş inançlara, dogmalara karşı ve
daha başka bir takım “hoşa gitmeyen cüruflara” karşı kesin cümleler fırlatsa
da, hatta Yahudiliğin ve bir çeşit Hıristiyanlığın düşüşünü bildirirse de
Renan, uygar halklar için “Hıristiyanlığın” eş anlamlısı olan “dinin” yok
oluşunu temenni etmez. Dahası “kilise toplumuyla” sivil toplum arasında
adamakıllı bir ayrımın gerektiğini kabul ediyorsa da, dinin “ruhun beslenmesi”
ve onu üreten “normal insanın” uyumlu dengesi için gerekli bir kurum olduğuna
tamamen inanmıştır. Zira unutmamak gerekir, “bir sonsuzluk bizi aşmakta ve yakamızı bırakmamaktadır” [112]
·
“XIX.
yüzyıl, sık sık söylendiği gibi İsa’nın dininin sonunu göremeyecektir.” [113]
Joseph-Ernest Renan
·
Hıristiyan dogması vahyi kabul eder, böylece de
mucizeyi, oysa bilim bunu hiç bir zaman kanıtlayamamıştır. Böylelikle
Hıristiyanlıkla bilim arasında “savaşım
kaçınılmazdır.” [114]
·
“Hıristiyanlık
fiilen uygar halkların dinidir; her ulus onu, düşünsel kültürünün derecesine
göre çeşitli anlamlarda kabul eder” [115]
Joseph-Ernest Renan
·
Sokrates felsefeyi, Aristoteles bilimsel
düşünüşü yarattıysa, “saf tapınmayı” tasarlama biçimini bile kesin olarak
tesbit ederek “mutlak dini” kuran, İsa’dır. [116]
·
“Bu
anlamda, biz Hıristiyanız, hatta bizden önce var olan Hıristiyan geleneğinin
hemen hemen bütün noktaları üzerinde ayrılsak bile” [117]
Joseph-Ernest Renan
·
Fakat Renan kendi Hıristiyanlık anlayışında
ısrar eder: Kilise’nin yüksek bilginlerinin aksine, İsa hiçbir dogma
kurmamıştır. Girişimi insanlara “yeni bir düşünüşü” öğretir. Öğretisi bile “o kadar
az dogmatiktir” ki, “ne onu yazmayı, ne de yazdırmayı” düşünür. Böyle anlaşılan
Hıristiyanlığın bilimsel düşünceye karşı çıkmak için hiçbir nedeni yoktur. Onun
tamamlayıcı bir parçasıdır. [118]
·
Maurice Vernes (1845-1932), [Renan’ın]“olası bir İsa’yı […] olası bir Hıristiyanlığı yeniden kurduğunu” hatırlatarak ona
saygısını sunar. [119]
·
“Hıristiyanlıkta
iyi olan her şeyi oraya koyduk ve işte bunun için Hıristiyanlık böylesine güçlü
bir biçimde bizi yürekten bağlar, işte bunun için onu yok etmemek gerekir. Hıristiyanlık
bir anlamda bizim yapıtımızdır[...] Hıristiyanlık, bizzat kendimizdir ve onda
en çok sevdiğimiz şey, biziz. Yeşil ve soğuk pınarlarımız, meşe ormanlarımız,
kayalarımız orada işbirliği içindedir” [120]
Joseph-Ernest Renan
·
Eğer Renan kendisini Hıristiyanlığa böylesine
bağlı hissediyorsa bu, açıkça, bu dinin gelişmesine aynı şekilde katkıda
bulunan Kelt ve Germen ataları ile kendisini özdeşleştirdiği için değil midir? [121]
·
Renan, Hıristiyanı, onun, yardımseverliğini,
insanlara olan sevgisini belirleyen davranış modellerinin ona, “bencil Davud’dan ya da yokedici Yeşu’dan
daha çok, belki de pagan olan atalarımızdan geldiğini” hemen ve ısrarla
ekler. [122]
5. İKİ ANLAMLI SÖZCÜKLERİN TEHLİKESİNDE -F. MAX MÜLLER- (s. 104-116)
·
1849’da Volney ödülünü alan Müller, Renan gibi,
pek çok kimsenin övgüsünü kazanan kitapların yazarı oldu. Bir çeyrek yüzyıldan
daha fazla sure boyunca bu iki bilgin, okuyucularını bir tur ihtiyata çağırmadan
önce, Ari ırk ve Sami ırk kavramlarını işlediler. 1870 olaylarından sonradır
ki, her ikisi de birden bire gelişmesine o kadar katkıda bulundukları moda olan
bir bilimin, karşılaştırmalı filolojinin, ırkbilimsel kullanımlarının neden
olabileceği öngörülemeyen sonuçlarını ölçerler. [123]
·
Bununla birlikte, bu iki yazar, bir gün,
bilimin, ırk düşüncesinin daha iyi kurulmasına elverişli olacak biçimde
ilerlemeler kaydedeceğini ümit ediyorlardı.[124]
·
Renan, tektanrıcılığm icadının İbranilerin
hesabına yazılmasını kabul edemezdi. Tektanrıcılık kavramı ne bir çabanın, ne
de dinsel bir düşüncenin sonucu olabileceği için, Renan onu, dilin oluşumuna
egemen olan içgüdünün benzeri bir dinsel içgüdüye bağlar.[125]
·
“Dinin
tarihi, bir anlamda, bir dil yetisi tarihidir.”[126]
F. Max Müller
·
Eos doğan günün tanrıçası olmadan önce şafağın
adıydı. Tanrıların efendisini belirten Zeus, Iupiter ya da Sanskritçe Dyaus
eskiden parlak gökyüzünü işaret eden cins isimlerdiler.[127]
·
“Herhangi
bir sözcük, once eğretilemeli olarak kullanıldıktan sonra, kökensel anlamından
eğretilemeli anlamına geçişini sağlayan derecelerin, acık bir anlamın dışında
kullanıldığı her defasında, mitoloji tehlikesi vardır: Bu dereceler
unutulduğunda ve yerine yapay dereceler konduğunda bir mitolojiye sahip oluruz,
ya da şöyle ifade edebilirsem, bir dil yetisi hastalığına sahip oluruz [...] .”[128]
F. Max Müller
·
Kendi “dil yetisi bilimini” “din bilimiyle”
birleştirerek, araştırmasını sürdürür.[129]
·
Mit, varlığını iki anlamlı bir sözcük
topluluğundan, imgeleri oluşturmakta olan bir dil yetisinden aldığına göre,
Ariler, uzun sure mitolojiye, “gerçekte
bir dil yetisi hastalığı olan, Antikçağın bu felaketine” boyun eğdiler. [130]
·
Araştırmasını yapmak için Max Müller’in
sözcükler yolunu izlediğini gördük. “İnsan dil yetisinin kökenlerine” erişme
arzusu onun için öylesine önemlidir ki, “bütün dinlerin temel ögelerinin”
bulunduğu yer gene orasıdır. Gerçekten, onun için dil yetisinin gelişmesi
“sezgisel tanrı düşüncesinin” görünümlerine sıkı sıkıya bağlanmıştır. Bir
kimsenin kendine özgü dini ile “ana dili” arasında benzer bir ilgi kabul
ettiğinde, Max Müller, dil yetisi ve dinsel inanış arasındaki bu ayrıcalıklı
bağı da aynı şekilde doğrulayabildiğini zanneder. [131]
·
“karşılaştırmalı filoloji” adı altında daha iyi
tanınan bu bilimin yönteminin, botaniğin, jeolojinin ya da anatominin büyük
başarılarla uyguladıkları yöntemle aynı olması gerektiğini hatırlatma
fırsatıdır. Bu disiplinlerde sınıflandırma ve karşılaştırma sayısız ilerlemeyi
mümkün kılarak, kanıtlarını daha once sergilemişlerdir.[132]
·
Devrim halindeki bilimleri örnek alan Max
Müller, botaniğin, jeolojinin, anatominin ve pek çok doğa incelemelerinin
yanında, yeni kesinlikleri olan bir disiplini, karşılaştırmalı filolojiyi bulamamaktan
doğan şaşkınlığını söyler.[133]
·
“Doğa
bilimleri ve tarihsel bilimler, birinciler Tanrı’nın yapıtlarını, ikinciler ise
insanın yapıtlarını inceler.” [134]
F. Max Müller
·
Klasik ya da doğuya ait dilleri ve edebiyatları
incelediğinde, bu yaşlı filoloji, kuşkusuz tarih sel bilimlerin bir parçası
olur. [135]
·
Karşılaştırmalı filoloji ve mitoloji, zamanların
kökeninden beri doğada yazılı olan bu mukadder düzeni, dinlerin ve
mitolojilerin anlamı içerisinde keşfetmeye katkıda bulunmak zorundadır. [136]
·
Şunu göstermek arzusundadır: Bütün dinlerde,
insanlığın sayısız dillerinde ifadesini bulan, aynı tanrısal gerçektir, aynı
vahiydir. [137]
·
“Kör
doğmuş insana acınır, ona öfkelenilmez [...] dinimizin tek gerçek olduğunu
ispat etmek için, bütün öteki inanç biçimlerinin yanlışlarla dokunmuş olduğunu
savunmak kesinlikle gerekmez.”[138]
(F. M. Muller, Essais sur l’histoire des religions, a.g.y., s. 80.)
·
“Şimdilerde
Hıristiyanlık denen şey insan türünün başlangıcından beri vardı; o denli
eskiydi, ancak İsa ete büründüğünde, hakiki dm haline geldi ve bu Hıristiyanlık
diye anılmaya başladı." [139]
F. Max Müller
6. ARYALARIN TEKTANRICI EĞİLİMİ -A. PİCTET- (s.117-130)
·
1859. Darwin’in evrimciliğinin Türlerin
Kökeni’nin yayımıyla onaylandığı yıl, aynı zamanda basında şu başlıklı
anıtsal bir Essai de paleontologie linguistique’in (Dilbilimsel
Paleontoloji Denemesi) yayımlandığına tanık olur: Les Origines
indo-europeennes ou les Aryas primitifs (Hint-Avrupa Kökenleri ya da ilkel
Aryalar). Yazan Adolphe Pictet (1799-1875) Cenevreli Calvinci buyuk bir
ailedendir. [140]
·
A. Wilhelm von Schlegel (1767-1845) ona
Sanskritçe öğretir. [141]
·
Jakob Grimm (1785-1863), [A. Pictet’e] 1885’de,
bozuk bir Kelt dilinde yazılmış anlaşılmaz bir büyü kitabını çözümlemek için
başvuruda bulunur. [142]
·
topçu Pictet, bilimlerde üne kavuşmadan once,
askerlik mesleğinde yetişen bu bilginlerin arasında yer alır. Hayatı boyunca,
balistik konusunda hayal kırıklıklarıyla dolu büyük bir tutkusu olur. Bir
“Pictet usulü füze” (1827) yaptıktan ve 1848’de Essai sur les proprietes et
la tactique des fusees de guerre’i (Savaş fuzeleri taktiği ve onların
özellikleri üzerine deneme) yayımladıktan sonra müşteri bulmakta çok zorluk
çektiği horozlu bir obüs yapar. Avrupa hükûmetlerini dolaştıktan sonra -III.
Napoleon’un Donanma Bakanlığı, 1857’de Pictet’i hayal kırıklığına uğratmadan
önce, uzun sure tereddüt eder-, sonunda Avusturya, 1858’de, bu çakmaklı füzenin
sırrını satın alır. Bu füze “1868’e kadar
arazi ve dağ toplarının mermisi olarak” hizmet vermiştir. [143]
·
Pictet’yi bir “dilbilimsel paleontolojiye” iten,
gene bu sözcüklerin kaderidir. Görevi: Her zaman daha parlak bir geleceğe
susayan Hıristiyan Batı’ya bir Hint-Avrupa belleğini yeniden kazandırmak.[144]
·
“Bütün
tarihsel tanıklıklardan önceki ve zamanların gecesinde saklanan bir dünyanın
tamamına egemen olmaya adanmış bir ırk, parlak geleceğine başladığı ilkel
beşiğinde yavaş yavaş buyuyordu. Hazinelerini saçıp savurmadan teslim eden ulu
ve sert bir doğanın sinesinde kan güzelliği ve zeka yeteneğiyle bütün ötekiler
arasında ayrıcalıklı olan bu ırk, başından beri fethetmeye yazgılıydı [...].
Burada, hazırlayan düşüncenin ve tamamlayan enerjinin erken bir gelişmesi
görülür; sonra, kuşkusuz başlangıçtaki güçlükler bir kez yenilince, ataerkil
bir yaşayışın ortasında dertsiz bir mutluluk hali. Böylece neşe içinde, sayıca
ve refahça büyüyerek, bu verimli ırk, gelişmenin güçlü aracı olarak kendisine,
zenginliğiyle, kudretiyle, ahengiyle ve kalıplarının mükemmelliğiyle hayranlık
uyandıran bir dil yaratmaya çalışıyordu; bütün duygularının, tatlı
sevgilerinin, doğal hayranlıklarının, aynı zamanda da ustun bir dünyaya doğru
atılımlarının kendiliğinden gelip yansıdığı bir dil; en derin düşüncenin olduğu
gibi, en yüce şiirin de muhteşem gelişmesinin gelecekteki bütün zenginliklerini
tohum olarak taşıyan sezgisel imge ve düşüncelerle dopdolu bir dil.” [145]
A. Pictet
·
“Zira
sözcükler kemikler kadar dayanırlar. Bir dişin örtük bir bicimde bir hayvanın
tarihinin bir kısmını kapsaması gibi, soyutlanmış bir sözcük de, oluşumu
esnasında ona bağlanan bütün bir düşünce dizisinin yolunu gösterebilir. Onun
için dilbilimsel paleontoloji sözü, düşündüğümüz bilime çok uygun düşmektedir” [146]
A. Pictet
·
İncelemesinin amacı: “Her geleneğe yabancı” bir
halkın bir biçimde “filoloji bilimiyle ortaya çıkarılmasını sağlamak”. Renan’ın
ve Max Müller’in onayladığı program. Araştırmasının güçlüklerini farkediyorsa
da, Pictet, okuyucusuna, “sağlam bir adımla”, Ari dillerden alınan sözcükler
sayesinde “dünyanın en güçlü ırkının
beşiğine kadar, hatta ait olduğumuz ırka kadar” onu götüreceğine dair güvence
vermektedir. [147]
·
Dağılmadan önceki Aryalar “esas olarak bir çoban
halkıdır”, “sabit” evleri vardır ve
kendilerini göçebeliğe bırakmazlar. Onlara ait bilinen her şey gösteriyor ki,
yüksek ölçüde akıllı ve ahlaklı bir ırk oluştururlar. Böylesine yoğun dinsel ve
düşünsel yaşamları olan bu insanların bu kadar aşağılardan başlamaları, hiçbir
dinleri olmaması ya da karanlık bir çoktanrıcılığın uçurumunda kalmış olmaları
düşünülebilir mi? Bu soruya yanıt vermek için Pictet ilk Arileri olabildiğince
“tektanrıcı” yapacaktır. Eğer bu yürüyüşün sonunda dinlerinin “şiirsel bir
çoktanrıcılıktan ibaret olduğunu” kabul ederse, dilin sözcükleri –kökenlerle
dolu bu koruyucu- Arilerde “ilkel bir tektanrıcılığın” kimliğini tanımaya izin
vermektedir. [148]
·
Tanrısal olana dair Hint-Avrupa sözcüklerini bir
bir sayıp döken Pictet, o zaman Aryaların “ilkel tektanrıcılığını filolojide
kurmak ister. Mademki Sanskritçe deyim-dêva ve onun Ari karşılıkları ona
istediği çözümü sağlıyor, o zaman anahtarı tektir ve her kapıyı açar. Gerçekten
de sözcüğün varlığı, anlamın daha once geldiği düşünülmezse nasıl farzedilir?
Eğer deva doğrulanıyorsa, zorunlu kıldığı “üstün varlık” kavramı da aynı
şekilde doğrulanmış olur. Böylece, bu sözcüğün ilginç bir tarihi vardır.
Sanskritçeden Yunancaya geçer, sonra “İbranilerin 'yehova’sının yerini tutması
için Hıristiyanlığa nakledilmek üzere” Latinceye geçer. [149]
·
Pictet onu temin eder. Eğer ilk Aryalar,
çeşitliliği içerisinde doğaya tapan çoktanrıcılar olmuş olsalardı, dillerinin
ondan izler taşıması gerekirdi, ama durum böyle değil. “Şu halde, çoktanrıcılığın olmadığı, bununla birlikte dilin daha once
teşekkül etmiş olduğu bir zamanın, zorunlu olarak var olduğunu kabul etmek
gerekir.” [150]
·
Peder W. Schmidt tarafından (Der Ursprung der
Gottesidee, Munster, 1912-1955, 12 cilt) etkilenen bir kökensel
tektanrıcılık goruşleriyle, peder K. Prumm, Hint-Germenlerde kökensel tektanrıcılık
izlerini bulup çıkardığında, Pictet’ninkilere -ki onları hiç anmaz- yakın
düşüncelere varacaktır: “Üçüncü binde, en erken zamanda, Hint-Germenler bir
halk olurlar[Volkwerdung]. Eğer biz, Hint-Germenlerin pek çoğunda izleri
önceleri acık, daha sonra farkedilebilir olan -IO VI1-VI. yüzyıldan itibaren
İranlılarda— bir kökensel tektanrıcılık[Umumotheismus] buluyorsak, bu,
kesinlikle Zerdüşt peygamberin bir yaratma eylemi olmayan, ama önceden varolan
bir kabiliyete dayanan bir yenileşmedir, bu din biçiminin insanlığın
geleneklerinde ne denli güçlü bir bicimde kök salmış [verwurzelt sein] olması gerektiği görülür” (K.
Prumm, Religionsgeschichtliches Handbuch fur den Raum der altchristlichen
Umwelt. Hellenistischromische Geistesstromungen und Kulte mit Beachtung des
Eigenlebens der Provinzen [1943], Roma, Papstliches Bibelinstitut
tarafından yayımlanmış, 1954, s. 819).[151]
·
Pictet, okuyucuyu ilkel dünyada tura çıkmaya
çağırır. Orada, Brezilya Guaranilerinin üstün varlığından Algonkinlerin büyük
ruhuna kadar söz eder ve sonunda yaban tektanrıcılık madalyasını Perululara
vererek bitirir. Lima yakınında, bunlar hiçbir putun temsil edemediği,
görünmeyen bir Varlık’a bir kült adamışlardır.[152]
·
Pictet, Sanskrit metinlerinin göksel tanrısında
Aryaların ilkel tektanrıcılığının profilinin yansıdığını görür. Oradan gelip
çoktanrıcılık içinde yok oldularsa bu, “doğa olaylarının çeşitliliğini
açıklama” arzuları tarafından itilmiş olmalarındandır. Bu doğa olaylarının
algılanışı, sözcüklerin arzusuna göre bir tanrılar kalabalığı meydana getirerek
sona erer.[153]
·
Bu Aryaların hatırasına bazı halklar daha sadık
kalmıştır. Pictet burada, İncil’deki Musa’nın yerini tutan tektanrıcı bir
Zerdüşt geleneğini yeniden ele alır. Ari ülkede, “hatırası kaybolmayan eski bir tektanrıcılığı” keşfetme tarzı
bulunduğuna göre, olay önemsiz değildir.[154]
·
“Bundan başka Iran, Ansiklopedistlerce
Hıristiyan Kilise’ye yöneltilen polemiklerden yarar sağlamıştı; klasik
gelenekle yüceltilen şaşalı ve gizemli Zerdüşt adı Musa’ya bir rakip çıkarmaya
izin veriyordu; Iran, ilkel ve müthiş bir yasa koyuculuğun utkusunu
İbranilerden almaya çalışıyordu.” [155]
Sylvain Levi (1863-1935)
·
M. Boyce, Zoroastrians. Their Religious Beliefs and
Practices, Londra, 1979 adlı kitabında Zerdüştlüğü tektanrıcı vahyin
kaynaklarıyla özdeşleştirir; ‘‘Zoroaster and his mission”a ayrılan bir
paragrafta şu okunur: “Geleneğe göre
vahiy ona indiğinde, Zerdüşt otuz yaşında, bilgeliğinin en olgun çağındaydı.”
Ve ilk bölümü kesin bir cümleyle başlar: “Zerdüşt dini vahyedilmiş en eski
dindir ve büyük ihtimalle bütün diğer tekil inançlardan daha çok, insanlık
üzerinde dolaylı ya da dolaysız etkisi olmuştur"[156]
·
“Ari
atalarımızda sabanın olmadığını söylemek, hiçbir şekilde bu yolla onları
barbarlığa götürmek demek değildir ve Pictet’nin güzel kitabının her sayfasında
ırkın ilk evresinde, daha o zamanlar, sanayinin ne denli geliştiğine insan
şaşıracaktır.” [157] Ferdinand de Saussure (1857-1913)
·
Pictet, tasarısına bütün genişliğini verir.
Once, çok yeni keşfedilmiş Aryaların, ırklarıyla, yaşam güçleriyle ve dillerinin
parlaklığıyla nasıl ışık saçtıklarını hatırlatır. İbranilerden farklı olarak
ruhtan, “yaşamsal soluk” değil, fakat düşünen öge yaratırlar. Hemen hemen
yalnızca bu halklardadır ki, siyasetin, bilimin ve sanatların icadını tahrik
eden özgürlük ruhunun tohumları bulunur.[158]
·
Karmaşık gerçekliği içinde doğayı kendisine
göstermesi için, bir an çoktanrıcılık sisi içinde kendini kaybetmeden önce,
emin bir adımla, Aryalar tektanrıcı Hıristiyanlıkta yollarına devam ederler.[159]
·
Tarihçinin çabası, dünyanın dramı içerisinde her
ırka verilen rolü ortaya çıkarmaktır.[160]
·
“Kuşkusuz
İbraniler, saf tektanrıcılığın bu sadık koruyucuları, mukadder tasarıda
muhteşem bir paya sahip oldular, ama insanlığın başında yalnız kalsalardı,
dünya ne durumda olurdu, bunu insan kendine sormalıdır. Onlar, bir gün üstün
bir ışığın fışkırması gereken hakikat ilkesini dinsel olarak korurlarken,
Mukaddir, o zamandan ilerlemenin devamcıları rolünü daha once bir başka insan
ırkına saklıyordu, olay budur. “Bu ırk ise Aryaların ırkı idi, dünyanın
uygarlaştırıcısı olmak için İbranilerde eksik olan niteliklerle başlangıcından
beri donanmış olan ırk [...]. İki ırk arasındaki karşıtlık mümkün olduğu kadar
çözümlenir. Koruyan otorite İbranilere, geliştiren özgürlük Aryalara verilir;
birilerine bir noktada toplayan ve yalnız bırakan softalık, ötekilere
genişleten ve benzerleştirici yetenek; bunlara tek amaca yönelmiş bir enerji,
ötekilere her yöne taşınan durmak bilmeyen bir etkinlik; bir yanda sımsıkı tek
bir ulusal topluluk, öte yanda çeşitli halk kalabalıklarına bolunmuş ırkın
sınırsız yayılımı: İki tarafta da mukadder fikirleri tamamlamak için tam olarak
gereken şey”[161]
A. Pictet
·
İbranilerin edilgen -fakat esas- rolü, mukadder
mükemmelleştirilişi Hıristiyanlaşmış Aryalar tarafından gerçekleştirilecek olan
bir vahyin uykusunu korumak olacaktı.[162]
·
Renan’ın Sami değerlerin karşıtlığını
ayrıntılarıyla anlatarak Hint-Avrupa çoktanrıcılığını yücelttiği yerde, Pictet
ilk zamanın Aryalarını ortaya çıkaran başlangıçtaki tektanrıcılığın gizli
gücünü söylemeyi dener. Başka yönden birbirinden çok farklı olan bu iki yazar,
serbest bir belleğin verimliliğinden yalnızca yaratıcı özgürlüğü alıkoyan
dizginlenmiş bir çoktanrıcı düşünüşün övgüsünü yaparlar. Hıristiyanlaşmış
Aryaların “yumuşak” tektanrıcılığıyla yönlendirilmiş zamanın okunun sindireceği
bir çoktanrıcılık.[163]
·
“Ve bin
yıllık bir ayrılıktan sonra Avrupalı Aryaların, büyük bir dönüş yaparak,
Hindistan’daki tanımadıkları kardeşlerine kavuşmaları, üstün bir uygarlığın
öğelerini onlara getirerek onları egemenlikleri altına alışları ve orada ortak
bir kökenin eski özelliklerinin görülüşü ilgi çekici değil midir?”[164]
A. Pictet
·
Mukaddir tarafından belirlendiği için ahlaka
uygun bir sömürgeleştirmenin kurucusu olan Aryalar, yalnızca “Tanrı’nın tasarılarının başlıca aracı”
olmak gibi gösterişsiz bir ayrıcalığa sahiptirler.[165]
·
1860’lı yıllarda, A. A. Cournot (1801-1877)
tarihin nasıl başka turlu tasarlanabileceğini sorar kendisine. İnsan ırkları,
göçmen kuşlarda olduğu gibi “bir çeşit mükemmel bir içgüdüyle” yönlendirilse
bile, insan zekası, özgürlüğün egemen olduğu yerde bir “ahlaksal düzen” kurmak
için “Tanrı düşüncesinin” müdahalesini isteyecektir. Başka bir deyişle, her
turlu ahlaktan yoksun hayvanlara doğal istidatlar yetse de, insanlık “mukadder
eşgüdüm ya da yönlendirme düşüncesine apaçık bağlı” olan bu ahlaki niteliği
gereksinir. İnsan turu için, olayların ahlaki bir tarihi içinde kendini
anlaması için tek olanak budur. Tarihe bir akıl ve düzen vererek... İşte,
Hıristiyanlıktan ayrılamayan bir uygarlığın niçin anlamını tarihin akışına
kabul ettirmek zorunda olduğu.[166]
7. KONİGSBERG İLAHİYATÇISININ GÖKSEL EVLİLİKLERİ -R.F. Grau- (s. 131-138)
·
İlahiyatçılar arasında tartışmalar sürüyordu.
Birbirine benzeyen billurları durmadan yeni şekiller alan bir çiçek
dürbünündeki gibi, Ari-Sami tartışmalarının malzemelerine yeniden kavuşulur.
Bunlar, uzaksı tanrıları olan halkları ve ülkeleri sömürgeleştirerek ve
Hıristiyanlaştırarak durmadan kendisini düşünen bir XIX. yüzyılı harekete
geçirirler. Ufukta, sonunda uygarlık boyutlarında bir din olma duşunu
tamamlayabilecek bir Hıristiyanlık görülür. [167]
·
Renan’m (1863) Vıe de Jesus adlı
yapıtının yayımlanmasından bir yıl sonra Grau, programlı bir kitap yayımladı: Din
ve Bilimle Olan İlişkileri İçinde Samiler ve Hint-Germenler. Halklar
Psikobjisinin Bakış Acısından Bir Hıristiyanlık Savunusu. Bu kitabın amacı, “bilimsel bir
araştırmayla”, Samiler ve Hint-Germenler arasındaki başlıca farkı yakalamaktır.[168]
·
Grau’dan once Renan söylemişti: Samiler dünyaya
ne bilim ne felsefe, ne sanat ne de politika getirmişlerdir. “Gerçek din”
onların tek armağanıdır ama çok önemlidir.[169]
·
Grau’dan çok farklı olan Renan’da bu genel
düşünceler buluşmaktadır. “Hıristiyanlığın
getirdiği Sami öge olmadan, düşünsel ve manevi kültürümüzün temellerinde bir
şeyler eksik olurdu.”[170]
·
Şu halde, Hint-Germenler vahiy sahibi
değildirler. Sami tektanrıcılığını almak için onların Hıristiyan olmaları
gerekmiştir.[171]
·
Yine Grau, Hintlilerin zengin yaratıcılığını
görünüz, der. Yalnızca Hıristiyan egemenliğinin getirdiği “Sami tuz” onları
kısır düzensizlikten kurtarabilir.[172]
·
Samiler, bu dünyaya ait olmayan bir krallığın
sakinleridirler. Zaten onların zamandan kurtulan dinlerini tanımlayan, ebedi
hakikatin koruyucusu olan hareketsizlikleridir. Hint-Germen halklar, devam
etmek istiyorlarsa, miraslarında İsa’yla gelen zamandışı Sami özü korumak
zorundadırlar.[173]
·
Samilerin durağan değerlerine, Hint-Germenlerde
bir sürekli hareketlilik denk düşer.[174]
·
Samileri ve Hint-Germenleri, Mukaddir’in hüküm
sürüşünden başka bir gizi olmayan bir tarih içerisinde, değişik işler tutarken
göreceğiz.[175]
·
Kadının felsefede, sanatta, bilimde, askeri ya
da siyasal taktikte yeteneksiz olması gibi, Sami de, Hint-Germenleri niteleyen
bütün bu yetilerden yoksundur.[176]
·
Bununla birlikte Sami, müthiş bir niteliğin
tekeline sahiptir: Tanrı aşkı olan din. Bu Sami tekçilik, kadının aşın tekeşli
haliyle de uyuşur.[177]
·
Doğal dünyaya egemen olmak için sanatlara ve
bilime egemen olan Hint-Germen’in erkek davranışına Samilerdeki edilgen ve
güleryüzlü dişil tutum yanıt verir. Sami dişiliğini ele veren, bu karanlığa
çekilme tarzı, aynı zamanda vahyin gizini de temsil eder. Eşin kocasına boyun
eğmesi gibi, Sami de, onu seçen Tanrı’ya vericidir.[178]
·
Samilere bağımlı olacaklardır. Zira her şeyde
bağımsız olan Hint-Germenler dinsel konuda öyle değildirler. Hıristiyan olmak
için tektanrıcılığın Sami anlamına mecburdurlar, ona boyun eğmek zorundadırlar.[179]
·
“Hint-Germenler
için öyleyse zorluk şu olgudadır: Dünya ile olan bütün ilişkilerinde [in ailen Weltbeziehungen], kendilerini bütün halklardan bağımsız ve üstün
sayıyorlar, ancak onlar dinle ilgili olarak tamamen bağımlıdırlar; bu da kesin
olarak, bütün diğer düşünsel etkinliklerde hemen hemen hiçbir şey ortaya çıkarmamış
bir halkın görevidir [so gut wie
ırichts geleisteıhat” (s. 119). Ve Renan’da: “Her şeyde soyluluğa ve özgürlüğe göz diken ırklar, hor görülen bir aileye
din ile bağımlı oldukları için kendilerini yaralanmış gördüler.” (5. cilt,
s. 1143); “Özellikle İncil, Batı'nın
evrensel okuması haline gelen, tamamen Sami olan bu kitap, İbrani halkının dinsel
ayrıcalığım gösteren büyük işarettir ve dinde Şam’ın çocuklarına kulluk
ettiğimiz, bizim genç ve taze Batı’mızı mahkum eden mukadder karardır” (7.
cilt, s. 727).[180]
·
“Sami
ruhla Hint-Germen doğası arasındaki evlilik gökyüzünde mühürlendi.” [181] R. F. Grau
8. ARİLER GİBİ SAMİLER (I. GOLDZİHER) (s. 139-159)
·
Budapeşte’nin güneyinde, Baloton golü ve Tuna
arasında, Macar hükümdarlarının taç giydiği eski Alba Regia, Zigetvar kenti
bulunur. Ignaz Isaac Jehuda Goldziher 22 Haziran 1850’de bu kentte doğdu. [182]
·
Klasik ve Talmudik olan ikili öğreniminin
ardından on yaşında sistersiyenlerin ortaokuluna girer.[183]
·
Berlin’de, her ikisi de Wissenschaft des
Judentums'un3 temsilcisi olan ve Ortaçağda İslam ile Yahudilik arasındaki
ilişkileri çok iyi bilen reformcu haham Abraham Geiger’in (1810-1874) ve Moritz
Steinschneider’in (1816-1907) derslerini izler.[184]
·
[Goldziher’e] F. Max Müller’in mitler bilimini,
halklar psikolojisi ve dilbilim öğrenmeye teşvik eden H. Heymann Steinthal’le
(1823-1899) de karşılaşır. [185]
·
1869 kesin karar yılıdır. Goldziher, Leipzig’de
Heinrich Leberecht Fleischer’in (1801-1888) öğrencisi olur. Silvestre de
Sacy’nin (1758-1838) öğrencisi olan bu büyük filolog, College de France’ın bu
büyük öğretmenin yanında Arapça, Farsça ve Türkçe öğrenimi görmüştü.[186]
·
Goldziher ancak 1905’de, Budapeşte
Üniversitesi’nde Sami filolojisi kursusunu elde eder.[187]
·
Goldziher her zaman Yahudi incelemeleriyle
ilgilendiyse de, onu uluslararası üne kavuşturan İslamoloji çalışmalarıdır.[188]
·
Bu konuda, J.-J. Waardenburg 1963’de şunları
yazıyordu: “Bizim görüşümüze göre, Goldziher’in İslamolojiyi, sözcüğün tam
anlamıyla, tarihsel bir bilim olarak kurduğunu söylemekte abartı yok ( ...)” (Ustam
dans le miroir de !’Occident. Comment quelques orientalistes occidentaux se
sont penches sur l'Islam etse sont forme une image de cette religion,
Paris-La Haye, 1969, s. 244). [189]
·
1876’dayız. Goldziher kısa bir süre önce
“İbranilerde mit ve tarihsel gelişimi”ni yayımlamıştır.[190]
·
Gençlik kitabı olan bu denemede, mitolojinin,
bütün insan topluluklarında aynı biçimde işlediğini kanıtlamak ister.[191]
·
İbranilerin mitolojisi, mitoloji incelemelerinin
her zaman “üvey evladı” oldu. [192]
·
Tutkusu ikilidir: Ari incelemelere daha şimdiden
pek çok hizmetlerde bulunan yeni mit biliminin dilbilimsel analizlerini
sistemli bir biçimde Sami alana uygulamak; böylece büyük ünü sayesinde evrensel
doğruluğu kanıtlanan bu yöntemin bilimselliğini göstermek. Bu son nokta onun
için belirleyicidir, zira Goldziher, mitlerin yaratılışının, tarihlerinin bir
anında, ayrımsızca bütün halklarda bulunan psikolojik bir gerekliliğin sonucu
olduğunu kanıtlamaya çalışır. [193]
·
Hint-Germen mitolojisine yeni bir kapı açan iki
yorumlama sisteminin büyük şahsiyetlerince ortaya atılan, hava değişikliği
işaretleri (Kuhn) ve büyük güneş miti (Max Müller) konularında araştırmaya
girişir. Böylece, İncil şiirinde, okların yardımıyla (güneşin ışınları),
kaçıveren (şimşek) ya da dolanan bir yılanla (yağmur) savaşan güneşsi bir.
Yehova’nın izlerini taşıyan dünya görüşünü ortaya koyar. [194]
·
Klasik öğretim, zihinleri Yunan ve Roma
öykülerinde mitsel olanı tanımaya hazırlarken, İncil’in okul çocuklarına,
hiçbir zaman eski efsaneler bütünü olarak tanıtılmamasından dolayı, bir İbrani
mitolojisi düşüncesi acayip görünmektedir. Geleneksel Arap efsaneleri de o
denli uzaktırlar. Ama gene de onlarda, yıldızlar arasındaki
birleşmelerin ve kavgaların öyküsünü anlatan “gerçek göçebe mitleri” bulunur. [195]
·
Mit, bir topluluğun bünyesinde, kişilerin doğal
olguları nasıl kavradıklarını tanımlar. Eğer bir bireyler grubu, ancak
-mitlerinde açıkça aktarılan- aynı dünya görüşünü paylaştıkları gün bir halk
oluşturuyorlarsa, mitolojisi olmayan halk düşünülemez. [196]
(Ignaz Isaac Jehuda Goldziher)
·
O halde, mitoloji kültürü toplumun oluşmasında
ve gelişmesinde vazgeçilemez bir rol oynar. Hiçbir halk, dilin sözcükleri
yardımıyla mitler uydurarak doğal çevreyi algılayışlarını -ya da sezişlerini-
formüllere döken insan zihninin zorlamalarından kaçamaz. En küçük bir mit
yaratamayan bir ırkı teşhis etmek, halklar psikolojisi açısından, “marazi bir
ırkın” (s. XV) varlığını kabul etmek olurdu. Goldziher, “hiçbir mit izi” tespit
edilmeyen bu halklardan söz eden etnoloji çalışmalarının, daha basit
öykülerdeki miti tanımadan, “mitoloji” başlığı altında yalnızca karmaşık
fablleri sınıflandırmasının haksızlık olduğunu söyler. [197]
·
Karşılaştırmalı mitoloji üstatlarıyla birlikte
Goldziher’in düşündüğü gibi, eğer mit, doğal olgularca duyular üzerinde
yaratılan izlenimlerin imgelerle dolu sözlere konması ise, mitolojinin
gelişmesi iki tür etmenin bağdaşması sonucu meydana gelir. Bir, psikolojik
türden olanlar: Bunlar, etnolojik durumlardan, ya da, şu ya da bu halka mal
edilen ırksal niteliklerden bağımsız olarak “ruhun yaşamına” egemen olan aynı
genel yasalardır. Bundan sonra, aynı şekilde mitolojiyi belirleyen culturhistorisch’tir
ve kültür tarihinin değişimlerinin etkisi altında bulunur. İşte bunun için mit,
onu anlatan halkın özel tarihi tarafından işgal edilmiştir. Bundan da, mitle
bir topluluğun toplumsal, ekonomik ve siyasal tarihinin etkileşimlerinin
yoğunluğu doğar. Eğer hiçbir şey halkları psikolojik olarak birbirinden
ayırmıyorsa, hepsi mitoloji üretiminde aynı yeteneğe sahipse, mitlerin çeşitliliğini,
toplum halindeki yaşamın farklı biçimleri oluşturur. Göçebe olmuş avcı ya da balıkçı
grupları, doğayı başka turlu algılar. Korkuları, istekleri ve çıkarları
değiştiği için mitleri değişikliğe uğrar. Öyleyse, bunlar, tarihsel olayların boyunduruğu
altındadır.[198]
·
[Ignaz Isaac Jehuda Goldziher], ilke olarak, her
topluluğun davranışlarının çeşitliliği altında, insan düşüncesinin yasalarının
aynılığını kabul eder. [199]
·
Tersine, karşılaştırmalı mitolojinin iyi bir
kullanımı, “ırk ayrımı yapmaksızın, bütün
insanlığın” mitlerinde, aynı ana şemaların ortaya çıkarılmasını sağlar.[200]
·
Güneş ışınlarının ve gece karanlıklarının
algılanışı kadar evrensel olan bu mitoloji tipleri “özellikle Ari” değildirler.[201]
·
Goldziher, tarihsel kültürlerin çeşitliliğini
bir kenara atmadan, “İbranilerin mitini,
bütün insanlık için ortak olan kategoriler içinde” düşünmek ister.[202]
·
Sözcüklerin “yüklemli anlamını unutmayı”
yasaklayan bir Sami sözcük hazinesi kendini gösterdiğinde, gene yanılgı
içerisindedir. Sanki Sami sözcüklerin saydamlığı, her doğal olguyu acık acık
belirlemeye izin verir ve sanki, şaşırtıcı büyüsüyle yalnızca Ari sözcük
mitoloji üretir.[203]
·
Daha çok, doğal bir görünümü işaret eden bir
sözcüğün anlaşılmazlığının bir mitin doğması için şart oluşunu kabul etmez.
Doğal bir olgunun bir algısını adlandırmak mit yaratmak için yeterlidir.[204]
·
Ve eğer Tek Tanrı’nın çoğulu olan Elohim tekil
olarak ya da bir ululuk çoğulu olarak anlaşılıyorsa, bu, Sami çoktanrıcılığının
bir kalıntısını oluşturduğu içindir.[205]
·
İbranilerin özelliğini belirleyen şey, kendi
mitoloji malzemelerini tarihi kişilere, siyasal ve ilahi bir sistemin kurucusu
atalara dönüştürmeleridir. Yunanlıların çoktanrıcılığının, tanrısal
kudretlerine ve kahramanlarına bir vücut verdiği yerde, tektanrıcılık bunu
tarihten yaratmak için, İbrani mitolojisini ezmiştir.[206]
·
Dinsel ve siyasal kültürleri yerli halkınkinden
öylesine aşağıdadır ki, İbraniler, yeni komşuları Fenikelilerden, olduğu gibi
krallığı ve sayısız başka kurumlan alırlar.[207]
·
“Siyasal geçmişi olmayan” göçebe bir halk,
birdenbire bir kent yaşam tarzı kuramazdı. Tapınak, ruhban ve yargıçlar
Fenikeli karşıtlarından esinlenilerek yerleştirilmiştir.[208]
·
Goldziher, bu “siyasal düşüncenin” ne olduğu
üzerinde ısrarla durur: Her şey bitince, fetih günü İbrani halkının bu toprağı
ezelden beri kendi mülkü olarak seçebilmesi için, “ilk peygamberler dönemine”,
bir toprak edinmenin kaçınılmaz gerekliliğini maletmek söz konusudur.[209]
·
Eski İran mı İbrani edebiyatını etkiledi, yoksa
tersi mi oldu? Ari, Samiye her şeyi öğretti mi, ya da onda uygarlığın babasını
görmek gerekir mi? Goldziher, önce, Tevrat’ın her ayetinde bir İran kaynağı
bulmak istemek, kesinlikle bir tane bile bulunamayacağını söylemek kadar
yanlıştır, der. [210]
·
Yalnız “Allah-düşüncesi” (der Allah-Gedanke),
aynı “dinsel yüksekliğe” erişemeden onunla yarışabilir. Yehova, İslam’dan
once de Araplarca bilinir ve Allah adı daha o zaman, İslamöncesi ilahiyatında
vardır. [211]
·
İbraniler ne kültür insanları, ne de bilgin
oldular. Kötu siyasetçiler gibi heyecanlı ve her şeyden once “bireyliğin ve
ulusal bağımsızlığın” olağanüstü temsilcileriydiler. Yehova, en azından bir
ölçüde ulusal bir tanrı olduğu için peygamberler onu “tek Tanrı” olarak
seçtiler.[212]
·
Goldziher, İncil’in Tann’yı belirtmek için iki
formül tanıdığını hatırlatır: Elohim ve Yehova. “Tek Tanrı’nın
gerçek adı” olarak peygamberlerce kabul edilen, bu sonuncusudur. Elohim ise,
Tanrı’nın cinse ait, Tanrı kavramını belirtmek için kullanılan bir addır. [213]
·
Fakat Yehova, peygamberlere nazaran daha fazla,
her zaman ve yalnızca ulusal olan dar bir söylemin içinde kalmaz. “Once İbrani
halkı tarafından tanınan” (s. 361-362) Yehova, yalvaclık kavramı sayesinde
“bütün insanlığa” yayılan kabulünü görür. [214]
·
Eyüp Kitabı’nda tektanrıcı, yağmurun, çiğ
damlasının, buzun ve kırağının nereden geldiğini bilmek için kendine
sorduğunda, doğanın açıklayıcı sisteminin tümü tek bir nedenbilime göndermede
bulunur: Yehova. “Bu evrede mit, tamamen yenilmiştir.” [215]
·
En küçük bir İbrani efsanesini kabul etmeyi
tamamen reddederek bir Sami mitolojisini kabul edenlere, Eski Ahit’in büyük
kişilerinin mitolojik bir oluşuma sahip olduklarını ve zorunlu bir ödünç alma
sonucu oluşmadıklarını göstermek ister. Daha sonra, İbrani mitolojisinde, uzun
bir süre tarihsel ve ulusal bir amaca yöneldikten sonra, mitler, Yehova’nın ve
peygamberlerin birleşik eylemi altında yok olur. O zaman, Sami tektanrıcılığı
doruğa ulaşır. [216]
·
Mitoloji, sonra ondan ayrılan din, evrensel bir
gereksinime denk düşüyorsa, onların ortak temsil sistemini biçimlendiren,
halkların siyasal ve toplumsal tarihidir. [217]
·
Evren içindeki madde gibi, insan düşüncesinin
tarihi de, Goldziher’e göre, her zaman oluşum halindedir. [218]
·
“Sonuç
olarak, benliğinin derinliğinde saklı, birliğin akılcı aranışına, bu zorlayıcı
yasaya itaat eden insan düşüncesi, gözlem yaptıkça ve düşündükçe, gittikçe daha
çok tektanrıcılığa doğru yükselir; fakat bu hareket çok ağırdır, geleneklerin
ve alışkanlıkların büyüsüyle geç bırakılmıştır ve ancak en sonda olabilen şeyi
başa koymamak gerekir.” [219]Albert
Reville (1826-1906)
·
Dinsel düşüncenin bir tarihi vardır ve
tektanrıcılık, orada, çoktanrıcılığın “gelişiminin tarihsel bir anı” olarak
ortaya çıkar. O andan başlayarak, Goldziher, İbranileri başlangıçtaki bir
tektanrıcılık içine kapatma isteğinde olanlara, karşılaştırmalı mitoloji ve
filolojinin tersanesinden alınmış, zamanının kavramsal aletlerini kullanarak
yanıt verir. Ona göre, her şey kültürel gelişimle açıklanıyorsa ve hiçbir şey
kökenlerle açıklanamıyorsa, hiçbir halk insanlığın toplumsal tarihinden
dışlanamaz. Musa’ya birdenbire vahyedilmiş bir din olmadığına göre ne mucizevi
bir halk, hatta ne de “sözüm ona doğal halde halklar” vardır. Tektanrıcılık, yeni din bilimlerinin
bundan böyle hesaba katmak zorunda oldukları tarihsel etmenlerin itmesi ile
gitgide çoktanrıcılıktan kurtulur. [220]
·
Asur-Babil yazıları sayesinde artık,
sürgünlükleri süresince İbranileri çok zenginleştiren kaynaklar ortaya
çıkmışken bulanık bir tarihöncesinin büyüsünü istemek niye? [221]
·
Zamanı bilinmeyecek kadar eski bir yerliliğin
buharı içerisinde, her ulusun kendi atalarını zorla kabul ettirmeye çalıştığı
kökenlerin draması yerine, Goldziher, kültür değişiminin ve etkileşimin
konmasını teklif eder. [222]
·
Goldziher, kitabının son sözcüklerinde, çivi
yazılı tabletlerin çözümlenmesinin her gün zenginleştirdiği Asur-Babil mitlerinin
okunuşuna dayandırdığı tüm umudunu dile getirir. O zaman, sonuç yerine, kendi
kitabıyla aynı yılda, 1876’da çıkan, George Smith’in (1840-1876) iki yayınının
başlıklarını aktarır. Asurolog, bu incelemelerinde, Yaratılış’a dair İncil ve
Kenanlı efsaneleri arasındaki tema tik yakınlığı gösterir. Goldziher, Smith’in
de, Tufan’ın Babil ve İncil anlatımları arasındaki “ayrılıklara ve uyuşmalara”
işaret ettiği sonucuna varır. [223]
·
Macar bilgin, her dinsel fenomenin tarihsel
bağlam içine yerleştirilmesini ve onu belirleyen toplumsal tasavvurlara göre
anlaşılmasını da ister. [224]
·
Din tarafından –ya da tarih tarafından-
sindirilmeyen mitoloji öğeleri bütün halkların efsanelerine ve fabllerine
musallat olur. [225]
·
“Miti
tahtından indiren ilahiyattır” [226]
Ignaz Isaac Jehuda Goldziher
·
1913’te, Yahudi bir topluluk önünde, Stokholm’de
verdiği bir konferansta Goldziher, atalarının geleneğine övgüler düzer:“[...] tükenmiş fetişçi biçimlerden çıkmış
tanrı düşüncesinin kutsal geleneği, salt manevi ve ahlaksal tanrı düşüncesine
dönüştü [...]”[227]
9. DEMİRHANENİN SIRLARI (s. 160-166)
·
Yeniden keşfedilen Ari vatan, meşruiyet
arayışında olan Batı insanlığı için yeni ata rolünü oynayabilirdi. İnsan
bilimleri tarihi içindeki sayısız başka görevler arasında, Hint-Avrupa
araştırmaları, XIX. yüzyılda acil hale gelmiş sorular bütününe yeni yanıtlar
sağlayabilmiştir. Ulusal, siyasal ve dinsel kimlik krizindeki bir Batı’nın
gönül eğilimine ve soy zincirine dokunan sorular. [228]
·
Böyle olunca, Ariden farklı olarak İbrani,
kendisine zaman dışında yol alma olanağı veren bir sırrı elinde tutar. Samileri
ve dillerini, müthiş kılacakları bir tarihin herhangi bir anma yerleştirmek
mümkün değildir. Zaman vektörlerinde tanımlanamadıkları için, tarihin evrimi
içindeki yerlerini bulamazlar. [229]
·
Çağdaşlarını, Sami anlatılarını mit olarak kabul
etmeye ve onları karşılaştırmalı filolojinin doğuş halindeki külliyatına
katmaya kışkırtarak, Goldziher, Batı’nın bilimlerinden İbrani İncili’ni kendi
kültür mirasıyla birleştirmesini ister. Mitler yoluyla, İslam uzmanı bu Macar Yahudisi,
cağının Hıristiyan belleğini, yüzyıllar boyunca İbranilerin donmuş tanıklar
olmadıklarını, yalnızca tanrısal bir bildirimin açıklayıcıları olduklarını
kabul etmeye çağırır. Goldziher ısrarlıdır. İbraniler değişmez bir hakikatle
özdeşleştirilmemeli ve böylece tarihin değişimlerinden uzakta
tutulmamalıdırlar. Onların, insanlığın tarihinde bütün toplumları bir araya
getiren anıt kentte Ariler kadar kurucu bir rol oynadıklarını söyler. [230]
·
Bir elinde Jakob Grimm’in (1785-1863) Alman
Mitolojisi (1835), diğer elinde Schopenhauer’ın (1788-1860) yazıları,
Richard Wagner (1813-1883) dört bölümlü bir Ari destanı geliştirir. Bir çeyrek
yüzyıl suresince (1848-1874) Der Ring des Nibelungen’i besteler ve
1848-1853 yılları arasında şiirini yazar. Bir süre önce kaybettiği bir
Hıristiyanlıkla beslenen Wagner, Yunan mucizesini Germenleştirmeyi ve romantik
bilimlerin ona ilham ettiği atalardan kalma mitleri, sesli bir sahneleme
içerisinde uyarlayarak Almanya’ya yeni bir kutsal tiyatro sunmayı düşler. [231]
·
Başkalarının bilim ve ilahiyat arasında
kendilerini bu soy kütüğü arayışına adadıkları yerde, Wagner, şiirinde,
bilimsel kaynaklarının seçimiyle ve onların bestelenmiş olarak sahneye
konmasıyla, yüzyıl içerisinde yapılmakta olan Ari-Sami tartışmasının önemli bir
veçhesini açıklar. [232]
KAYNAKÇA
OLENDER,
Maurice. Cennetin Dilleri Tanrısal Bir Çift: Ariler ve Samiler. (Çev
Nevzat Yılmaz), Dost, Ankara 1998.
Destek Ol: https://metaboles.blogspot.com/p/reklama-tikla-sayfaya-hayat-ver.html
[1] Maurice Olender , Cennetin
Dilleri Tanrısal Bir Çift: Ariler ve Samiler, (Çev. Nevzat Yılmaz), Dost,
Ankara 1998, s. 13-14.
[2] Cennetin Dilleri, s. 20.
[3] Cennetin Dilleri, s.
20-21.
[4] Cennetin Dilleri, s. 22.
[5] Cennetin Dilleri, s.
23-24.
[6] Cennetin Dilleri, s. 28.
[7] Cennetin Dilleri, s. 28.
[8] Cennetin Dilleri, s. 30.
[9] Cennetin Dilleri, s. 31.
[10]M. Foucault, Les Mots et les
Chases. Une archeobgie des sciences humaines (1966), Paris, 1981, s. 294.
[Türkçesi, Kelimeler ve Şeyler, İmge Kitabevi, 1993]; aktaran, Cennetin Dilleri,
s. 31.
[11]
Cennetin Dilleri, s. 31.
[12]
Cennetin Dilleri, s. 32.
[13]
Cennetin Dilleri, s. 35.
[14]
Cennetin Dilleri, s. 41.
[15]
Cennetin Dilleri, s. 41.
[16]
Cennetin Dilleri, s. 42.
[17]
Cennetin Dilleri, s. 43-44.
[18]
Cennetin Dilleri, s. 44.
[19]
Cennetin Dilleri, s. 45.
[20]
Cennetin Dilleri, s. 47.
[21]
Cennetin Dilleri, s. 48.
[22]
Cennetin Dilleri, s. 50.
[23]
Cennetin Dilleri, s. 51.
[24]
Cennetin Dilleri, s. 52.
[25]
Cennetin Dilleri, s. 51.
[26]
Cennetin Dilleri, s. 51.
[27]
Cennetin Dilleri, s. 56.
[28]
Cennetin Dilleri, s. 56.
[29]
Cennetin Dilleri, s. 56.
[30]
Cennetin Dilleri, s. 56-57.
[31]
Cennetin Dilleri, s. 57.
[32]
Cennetin Dilleri, s. 58.
[33]
Cennetin Dilleri, s. 58.
[34]
Cennetin Dilleri, s. 59.
[35]
Cennetin Dilleri, s. 59.
[36]
Cennetin Dilleri, s. 59.
[37]
Cennetin Dilleri, s. 60.
[38]
Cennetin Dilleri, s. 60-61.
[39]
Cennetin Dilleri, s. 61.
[40]
Cennetin Dilleri, s. 62.
[41]
Cennetin Dilleri, s. 64.
[42]
Cennetin Dilleri, s. 64.
[43]
Cennetin Dilleri, s. 65.
[44]
Cennetin Dilleri, s. 65.
[45]
Cennetin Dilleri, s. 65.
[46]
Cennetin Dilleri, s. 66.
[47]
Cennetin Dilleri, s. 66.
[48]
Cennetin Dilleri, s. 66.
[49]
Cennetin Dilleri, s. 67.
[50]
Cennetin Dilleri, s. 67.
[51]
Cennetin Dilleri, s. 68.
[52]
Cennetin Dilleri, s. 68.
[53]
Cennetin Dilleri, s. 69.
[54]
Cennetin Dilleri, s. 71.
[55]
Cennetin Dilleri, s. 71.
[56]
Cennetin Dilleri, s. 72.
[57]
Cennetin Dilleri, s. 72.
[58]
Cennetin Dilleri, s. 72-73.
[59]
Cennetin Dilleri, s. 73.
[60]
Cennetin Dilleri, s. 73.
[61]
Cennetin Dilleri, s. 74.
[62]
Cennetin Dilleri, s. 74.
[63]
Cennetin Dilleri, s. 74.
[64]
Cennetin Dilleri, s. 75.
[65]
Cennetin Dilleri, s. 75.
[66]
Cennetin Dilleri, s. 75.
[67]
Cennetin Dilleri, s. 75-76.
[68]
Cennetin Dilleri, s. 76.
[69]
Cennetin Dilleri, s. 76.
[70]
Cennetin Dilleri, s. 76.
[71]
Cennetin Dilleri, s. 77.
[72]
Cennetin Dilleri, s. 77.
[73]
Cennetin Dilleri, s. 78.
[74]
Cennetin Dilleri, s. 79.
[75]
Cennetin Dilleri, s. 79.
[76]
Cennetin Dilleri, s. 79-80.
[77]
Cennetin Dilleri, s. 80.
[78]
Cennetin Dilleri, s. 81.
[79]
Cennetin Dilleri, s. 81.
[80]
Cennetin Dilleri, s. 81.
[81]
Cennetin Dilleri, s. 82.
[82]
Cennetin Dilleri, s. 82.
[83]
Cennetin Dilleri, s. 83.
[84]
Cennetin Dilleri, s. 83.
[85]
Cennetin Dilleri, s. 84.
[86]
Cennetin Dilleri, s. 84.
[87]
Cennetin Dilleri, s. 85.
[88]
Cennetin Dilleri, s. 85.
[89]
Cennetin Dilleri, s. 85.
[90]
Cennetin Dilleri, s. 85-86.
[91]
Cennetin Dilleri, s. 87.
[92]
Cennetin Dilleri, s. 87-88..
[93]
Cennetin Dilleri, s. 88..
[94]
Cennetin Dilleri, s. 88..
[95]
Cennetin Dilleri, s. 88..
[96]
Cennetin Dilleri, s. 90.
[97]
Cennetin Dilleri, s. 90.
[98]
Cennetin Dilleri, s. 90.
[99]
Cennetin Dilleri, s. 90.
[100]
Cennetin Dilleri, s. 90.
[101]
Cennetin Dilleri, s. 91.
[102]
Cennetin Dilleri, s. 91.
[103]
Cennetin Dilleri, s. 91.
[104]
Cennetin Dilleri, s. 91.
[105]
Cennetin Dilleri, s. 92.
[106]
Cennetin Dilleri, s. 94.
[107]
Cennetin Dilleri, s. 95.
[108]
Cennetin Dilleri, s. 95.
[109]
Cennetin Dilleri, s. 95.
[110]
Cennetin Dilleri, s. 95.
[111]
Cennetin Dilleri, s. 95.
[112]
Cennetin Dilleri, s. 96.
[113]
Cennetin Dilleri, s. 97.
[114]
Cennetin Dilleri, s. 97.
[115]
Cennetin Dilleri, s. 98.
[116]
Cennetin Dilleri, s. 98.
[117]
Cennetin Dilleri, s. 98.
[118]
Cennetin Dilleri, s. 98.
[119]
Cennetin Dilleri, s. 99.
[120]
Cennetin Dilleri, s. 100.
[121]
Cennetin Dilleri, s. 100.
[122]
Cennetin Dilleri, s. 100.
[123]
Cennetin Dilleri, s. 105.
[124]
Cennetin Dilleri, s. 105.
[125]
Cennetin Dilleri, s. 105.
[126]
Cennetin Dilleri, s. 106.
[127]
Cennetin Dilleri, s. 108.
[128]
Cennetin Dilleri, s. 108.
[129]
Cennetin Dilleri, s. 109.
[130]
Cennetin Dilleri, s. 110.
[131]
Cennetin Dilleri, s. 111.
[132]
Cennetin Dilleri, s. 112.
[133]
Cennetin Dilleri, s. 112.
[134]
Cennetin Dilleri, s. 113.
[135]
Cennetin Dilleri, s. 113.
[136]
Cennetin Dilleri, s. 114.
[137]
Cennetin Dilleri, s. 114.
[138]
Cennetin Dilleri, s. 115.
[139]
Cennetin Dilleri, s. 116.
[140]
Cennetin Dilleri, s. 117.
[141]
Cennetin Dilleri, s. 118.
[142]
Cennetin Dilleri, s. 118.
[143]
Cennetin Dilleri, s. 119.
[144]
Cennetin Dilleri, s. 120.
[145]
Cennetin Dilleri, s. 120.
[146]
Cennetin Dilleri, s. 121.
[147]
Cennetin Dilleri, s. 121.
[148]
Cennetin Dilleri, s. 121.
[149]
Cennetin Dilleri, s. 122.
[150]
Cennetin Dilleri, s. 122.
[151]
Cennetin Dilleri, s. 122.
[152]
Cennetin Dilleri, s. 122-123.
[153]
Cennetin Dilleri, s. 123.
[154]
Cennetin Dilleri, s. 123.
[155]
Cennetin Dilleri, s. 123.
[156]
Cennetin Dilleri, s. 123-124.
[157]
Cennetin Dilleri, s. 126.
[158]
Cennetin Dilleri, s. 126.
[159]
Cennetin Dilleri, s. 126.
[160]
Cennetin Dilleri, s. 126.
[161]
Cennetin Dilleri, s. 127.
[162]
Cennetin Dilleri, s. 127.
[163]
Cennetin Dilleri, s. 128.
[164]
Cennetin Dilleri, s. 128.
[165]
Cennetin Dilleri, s. 128.
[166]
Cennetin Dilleri, s. 128-129.
[167]
Cennetin Dilleri, s. 131.
[168]
Cennetin Dilleri, s. 132.
[169]
Cennetin Dilleri, s. 133.
[170]
Cennetin Dilleri, s. 134.
[171]
Cennetin Dilleri, s. 134.
[172]
Cennetin Dilleri, s. 134.
[173]
Cennetin Dilleri, s. 135.
[174]
Cennetin Dilleri, s. 135.
[175]
Cennetin Dilleri, s. 135.
[176]
Cennetin Dilleri, s. 135.
[177]
Cennetin Dilleri, s. 135.
[178]
Cennetin Dilleri, s. 135.
[179]
Cennetin Dilleri, s. 136.
[180]
Cennetin Dilleri, s. 136.
[181]
Cennetin Dilleri, s. 136.
[182]
Cennetin Dilleri, s. 139.
[183]
Cennetin Dilleri, s. 139.
[184]
Cennetin Dilleri, s. 140.
[185]
Cennetin Dilleri, s. 140.
[186]
Cennetin Dilleri, s. 140.
[187]
Cennetin Dilleri, s. 140.
[188]
Cennetin Dilleri, s. 140.
[189]
Cennetin Dilleri, s. 141.
[190]
Cennetin Dilleri, s. 141.
[191]
Cennetin Dilleri, s. 141.
[192]
Cennetin Dilleri, s. 142.
[193]
Cennetin Dilleri, s. 142.
[194]
Cennetin Dilleri, s. 142-143.
[195]
Cennetin Dilleri, s. 143.
[196]
Cennetin Dilleri, s. 144.
[197]
Cennetin Dilleri, s. 144.
[198]
Cennetin Dilleri, s. 144.
[199]
Cennetin Dilleri, s. 145.
[200]
Cennetin Dilleri, s. 145.
[201]
Cennetin Dilleri, s. 145.
[202]
Cennetin Dilleri, s. 145.
[203]
Cennetin Dilleri, s. 146.
[204]
Cennetin Dilleri, s. 146.
[205]
Cennetin Dilleri, s. 146.
[206]
Cennetin Dilleri, s. 147.
[207]
Cennetin Dilleri, s. 147.
[208]
Cennetin Dilleri, s. 147.
[209]
Cennetin Dilleri, s. 148.
[210]
Cennetin Dilleri, s. 148.
[211]
Cennetin Dilleri, s. 149.
[212]
Cennetin Dilleri, s. 149.
[213]
Cennetin Dilleri, s. 149.
[214]
Cennetin Dilleri, s. 149.
[215]
Cennetin Dilleri, s. 150.
[216]
Cennetin Dilleri, s. 150.
[217]
Cennetin Dilleri, s. 150.
[218]
Cennetin Dilleri, s. 151.
[219]
Cennetin Dilleri, s. 152.
[220]
Cennetin Dilleri, s. 152.
[221]
Cennetin Dilleri, s. 152.
[222]
Cennetin Dilleri, s. 152.
[223]
Cennetin Dilleri, s. 153.
[224]
Cennetin Dilleri, s. 155.
[225]
Cennetin Dilleri, s. 156.
[226]
Cennetin Dilleri, s. 156.
[227]
Cennetin Dilleri, s. 157.
[228]
Cennetin Dilleri, s. 163.
[229]
Cennetin Dilleri, s. 163.
[230]
Cennetin Dilleri, s. 163-164.
[231]
Cennetin Dilleri, s. 164.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder