DESCARTES'İN YÖNTEMİ VE TARİHE UYARLANMASI

16. yüzyılın sonunda dünyaya gelen Rene Descartes , 17. yüzyılda ortaya koyduğu düşüncelerle Aydınlanma Dönemi için önemli bir isim olmuştu...

1 Temmuz 2019 Pazartesi

BAZI ALINTILAR: "SEÇİLMİŞ HALKLARIN" RAKSI

Maurice Olender, Cennetin Dilleri Tanrısal Bir Çift: Ariler ve Samiler, (Çev. Nevzat Yılmaz), Dost, Ankara 1998, künyeli eserin ""Seçilmiş Halkların" Raksı" bölümünden yapılan alıntıları içermektedir. Kitaptan yapılan tüm alıntılara https://yasinetin.blogspot.com/2019/06/cennetin-dilleri-kitabindan-alintilar.html linkinden ulaşılabilir. 
Cennetin Dilleri



3.      “SEÇİLMİŞ HALKLARIN” RAKSI-J. G. HERDER (s. 55-69)

·         “Çoğu zaman yalnızca manevi olarak kabul edilen şiirlerinin büyük kısmı siyasaldır”[1] (J. G. Herder, İbrani Şiirinin Ruhu)
·         Volk, hepsi bir dil birliği sayesinde bütünleşmiş, hem bir dini, bir ulusu, bir kültürü, hem de toplumsal ve siyasal bir birimi gerektirir. Zira, eğer dil yetisi insanı tanımlıyorsa, aynı zamanda onun siyasal toplumsallığının başta gelen aracıdır da. [2]
·         Bu toplumsal örgütlenmenin gerçekleştirilmesi “yasa koyucusunun değil yasanın egemen olmasını, bağımsız bir ulusun özgürce bu yasayı kabul etmesini ve kendi isteğiyle ona uymasını [ ...] ” gerektirir. [3]
·         “Yasa Koyucu” denebilecek bu “teokratik rejimin” ilkesi böyledir. Görünmeyen Tanrı orada aynı zamanda “yasa koyucu, Yasa’nın koruyucusu, Kral”dır. Herder, bu hükûmetin amacının “Yehova halkının siyasal refahını” ve mutluluğunu sağlamak olduğunu, belirtir.[4]
·         Musa en ustun yasacı’dır. Bu nedenle Herder iki bolumu Musevi kurumlarına ve resimli temsillere başvurmadan bir yasa koymayı başaran insana ayırır. Hiçbir kralsı insan figürünün temsil etmediği yasa. Zira onu uygulama görevi tamamen “ulus mabedine” emanet edilmiştir. Öylesine ki hiçbir zaman Musa iktidarı ele almaz ve halkı kişisel bir iradeye boyun eğdirmeyi düşünmez, işte bunun için, güveni sarsılmış olan Musa’nın öfkesi “altın dana” öyküsünde şiddetle patlar. Bu put “ulusun bağını koparıyordu”.
Musa’nın yapıtı bitmemiş olarak kalır. Yakınlarının fesadı, kendi zayıflıkları Kenan toprağındaki kendi kurumlarının tesis edilmesinin başında olmasını ona yasaklar. Fakat Yasa’yı vermiş olan bu insanın tamamlayamadığım, “İsrailli bilgeler ve şairler ondan sonra yaptılar” [5]
·         Öyleyse onları aralarında karşılaştırmak istemek en büyük saçmalıktır. Hangi neden, doğu dillerinin “barbar, boğuk ve gırtlaktan gelen” sesliliğiyle “Yunancanın berrak tonu” arasında bir karşılaştırmaya yol açabilir? [6] 

Johann Gottfried Herder

·         Genel niteliklerin zayıflığına” duyarlı olan Herder tarihsel bilimlerin tozunu almak ister. Bir halk, zaman içinde bir an tasvir edildiğinde, “kimin tasvir edildiğini, sözcüklerle böyle bir tasvire kimin eriştiğini” bilmek sorusunu, önce insanın kendisine sorması gerektiğini söyler. Kitabi bir kültürden çekinen protestan papaz, din adamlarına “hoşgörüyü öğrenmek için yolculuk yapmalarını” tavsiye eder. Zira hiçbir şey halklarla temasın bıraktığı canlı izlenimlerin yerini tutamaz. Uzaktaki ulusların yaşam biçimini anlamak için bir yüzyıla, bir dine, bize yabancı olan bir tarihe nüfuz edebilmek için, önce ona “yakınlık duymak gerekir” Burada Herder unlu öğüdünü ortaya atar: “Onu duymak için bütün bunların içine dal” Ya değilse, “her ulusun karakterinde bulunan derinliği” anlatmak mümkün değildir. [7]
·         Zamansal ve bölgesel etmenlere gösterilen bu aşırı dikkat Herder’i Eski Ahit’i, “doğu yazıları koleksiyonu” ve tanımlanmış bir kültür tipi olarak görmeye yöneltir. Bu da, Metnin vahyedilmiş oluşunu engellemeyen hem ulusal, hem folklorik bir kavramdır. Eğer, İbrani İncil’inin pek çok parçadan, çeşitli cağların yazılarından oluştuğunu kabul etmek gerekirse, gene de onun bölümleri “büyük ölçüde dünyanın çocukluğuna aittir”.[8]
·         Her uygarlık, zamanının anlayış biçimiyle belirlenen bir çağı tanımlayan kendi akışını izler. -Zeitgeist(Çağruhu)- [9]
·         “İncil’i, birçok yapıttan parçalanarak oluşturulmuş yeni bir yapıt, yavaş yavaş oluşmuş, çeşitli dönemlerde yeniden elden geçirilmiş bir yapıt gibi kabul etmek, meseleleri bu tarzda düşünmenin daha henüz egemen olmadığı ve yaşadığım çevrede daha da az kabul gördüğü ölçüde, kendimi gösterme hevesimi pohpohluyordu.” [10] J. W. von Goethe (1749-1832)
    Johann Wolfgang Von Goethe

·         “Hiçbir insan, hiçbir ülke, halk, ya da bu halkın tarihi, hiçbir Devlet bir diğerinin eşdeğeri değildir; böylece, aynı şekilde gerçek, güzel ve iyi onlar için benzer değildir[11] J. G. Herder
·         Herder için, ulusal sorun, dinsel olduğu kadar estetik ve ahlakidir ve bu aynı sayfalarda, çağlar boyunca, çoğu zaman zorla Hıristiyanlaştırılmış olan bu sayısız topluluklara Hıristiyanlığın katkı kadar yıkım da getirip getirmediğini kendisine sorar. Bir grubun “ulusal karakterini” her zaman için tehdit ettiğini bildiğimiz, “yabancı dini ithalinden” doğan tehlikeler acaba yeterince ölçülmüş müdür? Zira her din, bir halkın ulusal eğitiminin bir parçasıdır ve temel bir bakış acısı meydana getirir. Bundan dolayı, dinsel bir kargaşa, bir ulusun “zihin zenginliklerini ve özelliklerini” mahvedebildiği kadar “saygın önyargıları” da devirebilir. Kilise adamı halkların Hıristiyanlaştırılmasının meşruiyetinin gerçekliğini tartışacak ölçüde kendi muhakemesini izler. Ve din değiştirmeyi, olası bir şiddet biçimi olarak mahkum ettiğinde, bu, önem taşımasını istediği bir soruyu daha iyi sormak içindir: “Hıristiyanlık ele geçirmeye zorlamak, boyun eğmeye, zalimliğe hak verebilir mi? Yanıt ona acık ve “anlaşılır” görünmektedir. Bir ulusu, geleneklerini ona zorla kabul ettirerek Hıristiyanlaştırmak, onu kendi değerlerine, kendi öz kimliğine ihanet etmeye zorlamak ve böylece manevi ve siyasal kendiliğini tehlikeye sokmaktır. “Amerikalılar bir Avrupa kültürüne ihtiyaç duydular mı? İspanyollar bunu onlara hiç götürmediler”. [12]
·         Öyleyse hiçbir halk kendisinin seçilmiş halk olduğunu söyleyemez. Hatta bunlar “Roma. Dünyasını işgal eden Almanlar (Deutschen) bile olsalar” (s. 289), onlar, “Avrupa’da Tanrı’nın seçilmiş halkı” olarak kabul edilemez ve dünyanın onlara ait olmasını sağlayacak “doğuştan bir soyluluk” onlara tanınamaz. Öteki halkların onların boyunduruğu altında olmalarını kabul etmek için hiçbir neden yoktur, böyle bir şey fatihlere soyluluğu olmayan barbar bir rol verirdi. Tarih bunun kanıtını yeterince vermiştir: “Barbar zorla egemen olur; kültürlü galip, öğretir”. Sonuç olarak bir ulus kendini “seçilmiş halk” olarak ilan edemez. Ne eski Almanlar (s. 289) ne de “sözde Tanrı’nın tek halkı”. [13]
·         Burada Herder, “her ulus kendi durumu içinde, biricikmiş gibi kabul edilmelidir” ve “her halk yeryüzünde biricikmiş gibi görülmelidir” diye ısrar eder. [14]
·         Ne pongo ne de şebek senin kardeşindir, ama Amerikalı ve Zenci öyledir[15] J. G. Herder
·         Öyleyse ne onları ezmek, ne onları öldürmek, ne de onları soymak gerekir. İnsan ve maymun arasındaki ayrılık, Tanrı’nın her birini kendi türüne göre tasarladığı canlı türlerini karıştırmamak konusundaki Hıristiyan endişesine karşılık gelir. Bu, aynı zamanda hayvan ve insan arasında bir yakınlık düşünmeyi, “maymunlarla kardeş olmayı” da yasaklar. İncil tekkaynaklığına (insanların kaynağının birliği kuramı) bağlı olan bu tabu, gene de Herder’in “doğanın, maymunun yanına Siyah adamı koyduğunu” düşünmesine engel olmaz Siyahların “şehevi zevkler bakımından çok daha zengin oldukları için” (c. 13, s. 235) daha soylu diğer yeteneklerden mahrum kalmış olduklarını düşünmesine de. Cinselliklerinin bu gelişimi “dudaklarda, göğüslerde ve cinsel organlarda” kendini gösterir, böylece, Afrikalılar için, pek imrenilmeyecek bir fizik yapıyı beraberinde getirir. Öyleyse onları böylesine kotu bir pay almalarından dolayı “küçümsemek” değil, fakat onlara “acımak” gerekir -onları “mahrum bırakan” doğa, onlara bazı tavizler vermiş olsa bile. Bu sıcak bölgelerin ikliminin aşın olması nedeniyle Herder, bu özürlülükle çevre arasında bir bağıntı görür.[16]
·         Siyahlar ve sarılar karşısında duyduğu ahlaki rahatsızlıktan başka, Herder, aynı zamanda, fiziksel iğrenmesini de ifade eder. Siyahlarla ilgili olarak: 13. cilt, s. 228-238; Çinlilerle: 14. cilt, s. 8; Japonlarla: 13. cilt, s. 218. Bununla birlikte, 1797’de bir başka durumda, doğa bilimleri için, insanlığın doğal tarihinde olduğu gibi, sınıflandırmalarda “hiçbir hiyerarşi” (keine Rangordnung) olmadığını ifade eder (18. cilt, s. 248). Çok acık olarak, burada, eğer Beyaz, Siyah’ı “karanlık bir hayvan olarak” kabul ederse, Siyah’ın da onu bozulmuş bir türün (eine Abart) bir üyesi olarak telakki etmeye “o kadar hakkı vardır”, der. [17]
·         Herder için bunlar, kültür ile onun vazgeçilmez gereci olan dildir ve aynı zamanda her ulusun sınırlarını ve imkanlarını belirleyen coğrafi ortamın, iklimin zorlamalarıdır. “Kısaca, yeryüzünde ne dört ne beş ırk, ne de uyuşmayan çeşitlilikler vardır” (c. 13, s. 258). Bundan dolayı bir halkı başkaları arasına yerleştirmek için Herder, “insanlığın tarihsel ve coğrafi bir tarihinin” yapılmasını önerir. İnancı insan turunun birliğini parçalamayı engelliyorsa da bazı ulusları hareketsiz, tarihdışı, ne zamanda ve ne de mekanda serpilen bütünlükler olarak kabul etmeyi yasaklamaz. Böylece komşularına kültürü getiren Cin’in meziyetlerini unutmadan Herder, “Yahudiler gibi kendi köselerinde başka halklarla karışmaktan uzak kalan Çinliler [ ...] ” için nefretini ifade eder. Yasalarını koyduktan ve erken bir dönemde ahlakı düsturlaştırdıktan sonra Çin halkı, “eğitimi esnasında durdu ve çocukluk yaşında dondu kaldı” Çin dili üzerine bir göz atılması “seksen bin birleşik harften oluşan sonsuz kalabalığın” kuşkusuz bu halkı bir “çocukluk tutsaklığı” içinde yaşatma amacı güttüğünü anlamayı sağlar. Yaşayan bir fosil olan bu ulus, “aynı şekilde, bu halkı yapay düşünme bicimi içerisinde” sabit kılmaya katkıda bulunan kendi dili tarafından felce uğratılmıştır: “Zira, her ülkede dil, orada halkın fikirlerinin oluştuğu, muhafaza edildiği ve iletildiği bir kap değil midir?” Böylesine çocukça ve hareketsiz olan, sabahtan akşama kadar “sıcak su içen” bu Çin, “milyonlarca kilo çay” satarak “Avrupa’ya çürümüşlüğü” getirir. [18]
Johann Gottfried Herder

·         Halklar arasındaki fiziksel ve düşünsel ayrılıklar üzerinde yıldızların etkileri de olabilir, bu da ona[Herder’e], bir gün bilimsel astrolojinin kurulma umudunu ifade etmeğe olanak verir. [19]
·         Herder, farklı görüş açıları benimser. Ve bazı durumlarda Batı üzerine yoğunlaşmış her turlu tutumu sertlikle eleştirebilirse de, başka yerde “Avrupa ölçüsünü” kullanmakta tereddüt etmez. [20]
·         İnsanlık tarihçisi bir yazarın, gerçekte hiçbir dini olmamalıdır [21] J. G. Herder
·         Akıl felsefelerine karşı çıksa bile, Herder, kendine rağmen, bir Aydınlanma insanıdır. [22]
·         İlke olarak hepsi eleme koşusuna kabul edilen uluslardan az bir kısmı bitiş noktasına varır. Zira Mukaddir’in öncelikleri vardır. Gerçekte, zamanlar ve halklar arasında sayıca az olan, özellikle “Hıristiyan ve Yahudi vahyinin harekete geçtiği ve yayıldığı yerler”de yaşayanları “Tanrı öncelikle seçer”; “Olay böyledir. Öteki bölgelerde bağımsız insan aklı henüz uykudadır”. Herder düşüncesini açıklar. Mitoloji, liturji, etik Kuran’da, Zend-Avesta’da, Brahmanlığın kitaplarında, ya da Konfüçyüs’ün öğretisinde vardır. Fakat burada hiçbir şey “gerçek anlamda vahye” uygun düşmez. [23]
·         Bunun içindir ki bizim vahyimiz [... ] hiçbir başka sözde vahiyle karşılaştırılamaz.” [24] J. G. Herder
·         Tarafsızlık endişelerini unutan Herder, böylece, tarih felsefesinin mekanizmalarını ayarlar. Hıristiyanlığa doğru yürüyen tarihin hareketini ve halkların Hıristiyanlaştırılması koşusunun anlamını bitiştirerek Kilise geleneğine yakın düsen Herder, bununla birlikte hissedilir derecede ondan ayrılır. Zira, tarihsel inancı, öteki dünyada kurulmuş bir selametin tam olarak hizmetinde olmak istemez, fakat gerekliliğini içinde taşıyan bir tarihin anlamı doğrultusu içinde yer alır. [25]
·         Yahudilik ve zamanının Yahudileri ile “siyasal” ilişkisi nedir? Herder, bu halkın “eskiden olduğu gibi, halen de, dünyanın en seçkin halkı olduğunu ve bugün de böyle olmayı sürdürdüğü” (10. cilt, s. 139) kanısındadır. Hem düşmanca, hem de uzlaştırıcı bir bicimde, Yahudilerin “asalak bir bitki” gibi olduklarını (14 cilt, s. 283), ancak, “bir gün gelecek ki Avrupa’da kim Yahudi, kim Hıristiyan diye artık hiç sorulmayacağını” ifade eder (s. 284). O zaman Yahudi, asimile olacak ve “Avrupa yasalarına göre yaşayacaktır”. 1802 yılındaki Adrastee’sinin (1803’de, olduğu yılda yayımlanan) bir kısmı “Yahudilerin din değiştirmelerine” ayrılmıştır. (Bekehrung der Juden, 24, cilt, s. 61-75). Burada, Avrupa’ya yabancı “bu Asya halkı”nın (s. 63) kaderini dinsel bağlamda değil ama, “basit bir devlet sorunu olarak" göz önüne getiriyor. Musa’nın Yasası’na bağlı olan bu ulusun “Avrupa’ya değil, Filistin’e ait olduğunu” ve kuşkusuz, bir gün, Yahudilerin Filistin’e geri döneceklerini (s. 66) hatırlatırken, aynı zamanda Herder, “Yahudi ve Hıristiyan çocukları ahlakın ve bilimin esaslarına göre eğitilirler”se (s. 73), bunun onları birleştirebileceğini kesin olarak söyler. Hemen ilave eder, hem “kim, Spinoza’nın Mendelssohn’un(...), felsefe yapıtlarının Yahudiler tarafından yazıldığını düşünür?’’. Kısacası, “onların Filistin’i, yaşadıkları ve onurla hareket ettikleri her yerdedir” [26]
·         Herder, uygarlıkların karşılaştırmalı tarihine yeni yollar açmaya katkıda bulunur. Kültürlerin ne kadar eğreti, geçici olduğunu bilir. “Büyük heykeller gibi devrilen ve karşılıklı olarak toprağa gömülen” çağların dayanıksızlığını söyler. Bununla birlikte, kültürel çoğulculuğun çökmesi için ufukta Hıristiyanlığın güçlerinin görünmesi yeterlidir. O zaman Herder evrensel tarihin sahnesinde, başka yerden gelen hiçbir gölgeye artık müsamaha göstermez. Bütün bu uzak halklar, bilmeden bile olsa, Kitap’ın övgüsünü terennüm etmezler mi? Bu “sözde vahşilerin sözleri” (c. 5, s. 556) “Vahy’in aynı derecede canlı yorumları” değil midirler? Hıristiyanlık “insan dünyasının en önemli tarihini” (s. 567) cisimleştirdiğine göre, Herder bundan kuşku duymaz. Vahy’in tek taşıyıcısı olan Hıristiyan Batı öteki ulusları ebedi küçükler rolüne iter. Onlar, oluşum halindeki bir dünyanın hesaplarından uzakta, tarihsiz bir çocukluk içinde itişip kakışan halklar olarak kalırlar. [27]
Bir Takım Uğraşlar


[1] Cennetin Dilleri, s. 56.
[2] Cennetin Dilleri, s. 56.
[3] Cennetin Dilleri, s. 56.
[4] Cennetin Dilleri, s. 56-57.
[5] Cennetin Dilleri, s. 57.
[6] Cennetin Dilleri, s. 58.
[7] Cennetin Dilleri, s. 58.
[8] Cennetin Dilleri, s. 59.
[9] Cennetin Dilleri, s. 59.
[10] Cennetin Dilleri, s. 59.
[11] Cennetin Dilleri, s. 60.
[12] Cennetin Dilleri, s. 60-61.
[13] Cennetin Dilleri, s. 61.
[14] Cennetin Dilleri, s. 62.
[15] Cennetin Dilleri, s. 64.
[16] Cennetin Dilleri, s. 64.
[17] Cennetin Dilleri, s. 65.
[18] Cennetin Dilleri, s. 65.
[19] Cennetin Dilleri, s. 65.
[20] Cennetin Dilleri, s. 66.
[21] Cennetin Dilleri, s. 66.
[22] Cennetin Dilleri, s. 66.
[23] Cennetin Dilleri, s. 67.
[24] Cennetin Dilleri, s. 67.
[25] Cennetin Dilleri, s. 68.
[26] Cennetin Dilleri, s. 68.
[27] Cennetin Dilleri, s. 69.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder