Hayaller Londra, Gerçekler Üsküdar… |
Yağmurlu bir Üsküdar sabahında buluyorum kendimi. Aklım ve ruhumsa, İngiltere’nin sisli sabahlarında dolaşıyor. İçimdeki tuhaf kıpırtı, Londra’nın o yüzyıllık griliğini özlemle çağırıyor.
Bir adım geri çekilip, uzaktan bakmak istiyorum dünyaya. Sabahları aceleyle işine yetişmeye çalışan adamlara, ütüyü fişte unuttuğunu fark edip eve geri dönen kadınlara, serviste uyuyakalan çocuklara… Kalbi kırık şairlerin ve konut kredisine gömülmüş memurların, düşüp kalkan, yorulup koşan insan seline uzaktan, çok uzaktan bakmak... Dünya, küçücük bir nokta, silik bir gölge gibi. Tüm bu telaşa omuz silkmeyi başaran biri olmak mümkün mü dersin? Ya da bu bir çeşit delilik mi? En akıllı bildiklerimizin bile gündemi ne hızlı değişiyor. Hatırlıyorum, geçen yıl buralarda daha fazla kalmak istemeyen en akıllımız gitmeyi seçmişti.
Sonrası ise… Keder yerleşti yüzüme. Derken, Üsküdar’a bir şeyler oldu. Yenilendi, tazelendi sanki. Hissediyorum, bir şeyler değişti, hem de çok beklenen, uzaktan bile fark edilen o değişim. Ve bu değişimle birlikte, sanki yağmur daha bir ferahlatıyor, rüzgar daha serinletiyor. Her şey daha bir yerli yerine oturdu. Bu yeni haliyle Üsküdar, eskisinden çok daha tanıdık, çok daha bizim.
Yağmurun altında, biraz ıslanmış ve üşümüş bir halde Marmaray’a yetişiyorum. Kapısı kapanmak üzere, ayağımı sıkıştırıp kapının yeniden açılmasını sağlıyorum. İçerisi kapalı, sıkışık bir insan yığını. Oysa dışarıda, sevdiğim yağmur kokusu ve gözlerimi kapatıp kaybolduğum o anlar... Onları geride bırakmak zorunda kalıyorum. Ama fark ediyorum ki bu halimin pek de önemi yok. Kulağımda Erol Evgin, “Aldım Başımı Gidiyorum” şarkısı. Sanki bir misafir gibi geldiğimiz bu dünyadan, hepimiz bir şekilde gidiyoruz işte.
Shakespeare, "Ölüler ve uyuyanlar birer tablodan başka bir şey değildir," der. Ve ben bazen tüm insanların da tıpkı tablolar gibi sadece şimdinin uyuyanları, geleceğin ölüleri olduğunu düşünürüm. Ama ben uyandım sevgilim. Uyananların arasına karıştım. Maskeni çıkarırsan bulaştıracağım bunu sana. Kal ya da git, içine vicdan yerleştirilmiş her insan gibi sen de çaresizsin bu dünyada. Ayaklarını bastığın yeri yut, yırt, yak, ama tut! Her yer bitti artık. Azalıyoruz yavaş yavaş, sessizce.
Korunaklı bir yerde, ıslanmadan kitabımın sayfalarını çevirirken Hasan Bey’in geldiğini görüyorum. Hafif bir tebessümle selam veriyorum. Hasan Bey, bu çağın hızına ayak uydurmayan nadir insanlardan. Telefon kullanmıyor, teknolojik telaşlardan uzakta bir hayat sürüyor. Bu devirde cep telefonsuz yaşamak mı? Neredeyse imkansız derler. Ama işte Hasan Bey, imkansızı başararak her zamanki gibi yine buluşma noktasına geç kalmayı başarıyor. Ne zaman buluşsak, geç gelir ama o hiç acele etmez. Çünkü ona göre, acele edecek hiçbir şey yok. Yağmurda ıslanmak, trafiğe yakalanmak ya da bir toplantıyı kaçırmak… Hepsi önemsiz. Hasan Bey’in varlığı, bana hep bunu hatırlatıyor: Zamanın aslında bizim ellerimizde olduğunu ve ne kadar peşinden koşarsak koşalım, asıl kaçırdığımızın hep başka bir şey olduğunu… Artık işimize bakabiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder