SİDE |
1. PREHİSTORYA’DAN TARİHİ DÖNEMLERE KADAR ANTALYA
BÖLGESİ
1.1. Prehistorya (Prof. Dr. Recai TEKOĞLU)
Dünya nüfusunun
oldukça sınırlı olduğu, insanların ancak küçük topluluklar halinde yaşamlarını
sürdürdükleri evrelerde geçinme biçimi avcılık ve toplayıcılıktan oluşuyordu.
Henüz tarıma geçilmemiş, meskenler inşa edilmemiş, yerleşik bir hayatın
sürdürülmesi için sabit ikametgâhlar oluşturulmamıştı. Bu dönemlerde insanlar
küçük topluluklar halinde bulabildikleri sığınaklarda yaşar, avcılık
yaparlarmış. Avlanmaya dayalı geçim modelinin sonucu olarak belirli zaman
aralıkları içinde ikametgâhlarını değiştirirlerdi. Bu açıdan toplulukların
yayılma alanları çok genişlemiştir. Anadolu yarımadasına ulaşmış grupların
bazıları Boğazları geçmiş, Balkanlara ve oradan da Avrupa’ya yayılma imkânı
bulmuşlar. Henüz ısınma ve pişirme yollarını öğrenmişlerdi, taş ve ahşap aletlere
biçim verebiliyor, çeşitli giysiler üretebiliyorlarmış. Bu uzun dönemlere ait
kanıtlar ele geçebilen insan ve hayvan kemiklerinden oluşmaktadır. Bizim maddi
kanıtlarla izlerini sürebildiğimiz dönemler insanların alet yapmaya
başladıkları dönemlerdir. Kullanılan aletlerin niteliğine göre arkeologlar,
“Taş”, “Toprak” ve “Maden” evreleri ayrıştırırlar. Gerçekten de kullanılan
aletin niteliği ve kullanılma biçimi, bu ilkel insan kümelerinin yaşamında
köklü değişikliklere yol açmış, göçebelikten yerleşik yaşama geçmesini sağlamış
ve sonuçta da devlet başlığı altında toplumsallaştırmıştır. Bu çok uzun ve
sabırla işlenmeyi gerektiren bir süreçtir. Belirli yazı türleriyle kendimizi
anlatabildiğimiz, örgütlü meslek grupları ve siyasal rejimlerle kendimizi temsil
ettiğimiz tarihi çağların toplamı günümüzden 5.500 yıl kadar eskiye gider, ama
tarih öncesi evreler 500.000-400.000 gibi rakamlarla telaffuz edilmektedir.
Böylesine uzun bir dönemi, antropologların ve arkeologların yürüttükleri kazı
ve yüzey araştırmaları sayesinde bilebiliyoruz. Anadolu’da çok geniş bir
coğrafya alanında yürütülen araştırmalarda çeşitli canlı türlerine ait kemik
kalıntılara rastlanmaktadır. Bunlar arasında hem nesli tükenmiş ve halen
varlığını sürdüren hayvanlar hem de homo sapiens sapiens türünde insana ilişkin
sistematik kalıntılar yer almaktadır. Araştırmalardan dönemin iklim yapısı,
coğrafya özellikleri, fauna ve flora sistemleriyle ilgili değerli bilgiler elde
edilmektedir. Anadolu’da homo sapiens’e ait bilinen en eski yerleşim alanlarından
bir tanesi Antalya kent merkezinden yaklaşık 30 km kuzeybatıda Korkuteli yolu
üzerinde bulunan Karain Mağarası’dır. Tarihlendirilmesi günümüzden yaklaşık
500.000 yıl kadar geriye, başka bir deyişle Alt Paleolitik Çağa
uzanmaktadır.Paleolitik çağ, Eski Taş Devri anlamına gelmektedir. Bu çağ
günümüzden 2 milyon yıl kadar geriye gider ve günümüzden 12.000-10.000 yıl önce
de sona ermiştir. Alt Paleolitik Çağ ise, bu zaman diliminin 2 milyon ila
140.000 yılları arasında kalan evresini içerir. Karain’de homo sapiens
neandertalensis’e ilişkin kemik kalıntıları da ele geçmiştir. Bunlar, tüm
Anadolu’da ele geçen en erken fosil kalıntılarıdır. Karain, Roma imparatorluk
çağına kadar iskân görmüş, araştırmalara stratifikasyon sağlayan önemli bir
yerleşim alanıdır. 140.000 ila 40.000/30.000 yılları arasında kalan Orta
Paleolitik Çağ’da Karain Mağarası Anadolu’daki diğer Orta Paleolitik Çağ
yerleşimleriyle karşılaştırılmasına olanak sağlayan veriler sunmaktadır. Taş
alet endüstrisinde belirgin bir gelişme görülmektedir. İrice yongalanmış taş
aletlerin yerini ince, küçük çentikli sistematik yongalanmış taş aletler
almıştır. Avlanma amacıyla üretilmiş olan aletlerin yanında kesme, doğrama ve
kıyma işlemlerine yarayacak bir çeşitlenmeye rastlanmaktadır. Yanmış kemik ve
odun kalıntıları bu dönemde görülmektedir. Elmalı yakınlarındaki Kocapınar
Köyü’nde de Geç Orta Paleolitik evreye ilişkin buluntulara rastlanmıştır. Orta
Paleolitik Çağ’dan Üst Paleolitik Çağ’a geçiş daha çok çevresel koşulların yol
açtığı değişikliklerle belirginleşmiştir. İklimde önemli çapta bir soğuma
olmuş, bunun sonucu olarak çeşitli canlı türleri yok olup gitmiştir. Anadolu’da
varlıkları zaten çok sınırlı olan homo sapiens neandertalensis yeni yaşam
koşullarına ayak uyduramamıştır. Üst Paleolitik Çağ, çevre koşullarını alet
üretimindeki başarısı, sürati ve çeşitliliğiyle aşabilmiş homo sapiens,
sapiens’in egemenlik ve yayılma evresi olarak anlaşılmaktadır. Bu döneme ait
kalıntılara hemen hemen Anadolu’nun pek çok bölgesinde rastlanmaktadır. Bu dönem
günümüzden 40.000/30.000 ila 12.000/10.000 yılları arasında kalan evre olarak
anlaşılmaktadır. Karain mağarasının yakınındaki Öküzini Mağarası, bu çağın son
evreleri hakkında değerli veriler sağlamaktadır ve bunlar günümüzden 16.000 yıl
öncesine tarihlenebilmektedirler. Üst Paleolitik Çağ, iklim değişiklikleriyle
sona ermiştir. Avrupa’nın kuzeyini kaplayan buzulların geri çekilmesiyle iklim
ılımanlaşmış, yağışlar artmış, deniz seviyesi yükselmiştir. Bu şartlar
özellikle Yakın Doğu ve Doğu Akdeniz’de yeni geçinme yollarının doğmasınave
artmasına yol açmıştır. Homo sapiens sapiens yine barınaklarda yaşıyordu, ancak
silah endüstrisinde başardığı değişiklik ve yenilikler onu başka bir çağa
sokmuştur. Nispeten daha kısa süren bu çağ, Epipaleolitik veya Mesolitik Çağ
olarak tanımlanır. Orta Taş Çağı demektir. Kullanılan alet ham maddesi yine
taştı, ancak bu kez mikrolit ve kompozit aletler üretme becerisi ortaya çıkmış,
avlanmanın türüne göre ok, yay, küçük ölçekli mızraklar ve çeşitli baltalar
geliştirilmiştir. Bu döneme ait yerleşim yerleri arasında Antalya bölgesinden
önemli mağaralar tespit edilmiştir. Karain ve Öküzini Mağaralarının yanında
özellikle Beldibi bölgesinde kalan Belbaşı, Hayıtlıgöl, Kumbucağı ve Sarıçınar
kaya sığınaklarının adları sayılabilir. Bunların bazılarında kazıma ve aşı
boyasıyla boyanmış mağara resimlerine rastlanmaktadır. Epipaleolitik Çağ,
özellikle tarım ekonomilerinin ortaya çıkışıyla sona erer ve başlangıcı
bölgeden bölgeye değişkenlik gösteren Neolitik Çağ yani Yeni Taş Çağı, devreye
girer. Neolitik Çağ, çeşitli Yakın Doğu ülkelerinde günümüzden 10.000-7.000 yıl
önce başlamıştır. Neolitik Çağı belirleyen özellikler arasında başta iklim
değişikliği yer alır. Bu iklim değişikliği arpa, yulaf, çavdar, buğday ve
baklagillerin tarımda kullanılmasına yol açmıştır. Böylece daha kalabalık
nüfusların toplandığı yerleşim yerleri, köyler, ortaya çıkar. Kerpiç mimari,
saz ve odun malzemenin yerini alır. En önemli gelişmelerden bir tanesi de
toprağın alet ve kap üretiminde kullanılmasıdır. Hem güneş altında kurutmak hem
de ocakta pişirmek suretiyle keramik üretimi ve endüstrisi ortaya çıkmıştır.
Neolitik Çağın incelenmesinde çanak çömleğin varlığı ve yokluğu belirleyici bir
rol oynamaktadır. Keramik malzemenin kullanımı, ilkel insanın günlük yaşamını
oldukça derinden etkilemiştir. En önemli iki gelişmeyi bu sürece borçluyuz. Bir
tanesi, yerleşik toplumlara özgü üretim ve depolama, diğeri de en geniş
anlamıyla kültür kavramının belirli bir halk grubuna adapte edilebilmesi.
Antalya il sınırları içinde kalan bölgede Neolitik Çağ yerleşim alanları çok
değildir. Ovalık alanda Prehistorya yerleşimleri kıttır, ancak sistemli bir
araştırmaya konu olmamakla birlikte Manavgat yakınlarındaki Pazarcık’da
Üçtepeler ve Aksu yakınındaki Murtana ve Solak’da Prehistorik Çağa
tarihlenebilen çanak çömlek parçaları tespit edilmiştir. Yayla alanlarında ise
yalnızca Bademağacı Höyük’te yapılan sistematik kazılarda bir takım sonuçlara
ulaşılmıştır. Batı Akdeniz bölgesinde Beldibi Kaya Sığınağı, Bademağacı ve
kısmen Bucak’taki Höyücek şimdilik bölgenin bilinen en eski Neolitik
yerleşimleridir. ve burada ele geçen keramiklerin Burdur Kuruçay’la ilişkisi
olduğu anlaşılmıştır. Başka bir deyişle Neolitik çağ, bölgenin kendi
dinamiklerinin sonucunda değil, tarımın ve endüstrisinin dışarıdan gelişiyle
başlamıştır. Bu çağda Orta ve Güneydoğu Anadolu’da, Yakın Doğu ve Kuzeybatı
Afrika’da akarsu kıyılarında önemli kültür merkezlerinin ve kalabalık kent
dokularının ortaya çıktığı görülmektedir. Nüfus hareketlerini belirleyen en
önemli faktörün tarımın yayılması olduğu ve yayılmanın Orta Anadolu’dan Adalar
ve Balkanlara doğru genişlemiş olduğu anlaşılmaktadır. Neolitik çağda pişmiş
keramiğin üretilmesinde kullanılan teknik, aynı zamanda metalurjinin
gelişmesine yol açmıştır. Bakır kullanımı ve yaygınlığı bakımından tüm
Eskiçağ’da bir devir özelliği gösterir. Bu nedenle Neolitik Çağdan sonra gelen
çağa Kalkolitik Çağ adı verilir. Bakır Taş Çağı anlamına gelir. Ortalama olarak
M.Ö. 6. binyılın başlarından itibaren bakırın kullanılmaya başlandığı tespit
edilmektedir. Bölgede Kalkolitik Çağ’da bir nüfus hareketi ve yapılanması
tespit edilmemektedir, ancak hemen sınırda bulunan Burdur’daki Hacılar ve
Kuruçay oldukça değerli veriler sağlamışlardır. Zengin geometrik desenli
kaplar, oldukça ilgi çekici bezeme örnekleri ve ana tanrıça biçimli topraktan
yapılmış heykelcikler bu dönemde oldukça karakterize olmuştur. Çevresi surlarla
çevrilmiş yerleşim alanlarına rastlanmaktadır. Kalkolitik dönemin en zayıf
göründüğü alanlardan bir tanesi ise Antalya bölgesidir. Maden çağlarının ikinci
evresi bakırın kalayla karıştırılması sonucu elde edilen bronzdan oluşmaktadır.
M.Ö. 4. binyılın sonları ile 3. binyılın başları Bronz Çağın başlangıcı olarak
kabul edilmektedir. Evre, yaklaşık 3 binyıl sürmüştür. Bronz, işlenmiş bakıra
oranla daha dayanıklıydı ve aşınması daha zordu. Silah üretiminde çok etkili
kullanılmıştır, ancak üretimi zor ve masrafl ıydı. Ayrıca kült objelerinde de
sıkça kullanıldığı görülmektedir. Altın, gümüş ve elektronun kullanımında bir
artış vardır. Pişmiş toprak eserler, büyük bir zenginlik ve çeşitlilik
göstermektedir. Bronz çağı, bir bütün olarak ele alındığı zaman,
Prehistorya’nın sona erip tarihin başladığı dönem olarak kabul edilebilir.
Burada sınırı belirleyen ayrım, yazının icadıdır. Erken Bronz evresinden
itibaren Mısır’da ve Sümer’de resim niteliğinde piktografik yazılar
kullanılmaya başlanmıştır. Mısır’da sembolik nitelikteki yazı giderek tam bir
piktografik yazıya, yani hiyeroglif yazısına dönüşürken, Ön Asya’da resim
yazısının yerini biçimsel olarak soyutlaşmış çivi yazısı almıştır. Bu yazılar
birleşik Mısır’ın, Sümer, Akad ve Elam gibi büyük devletlerin yazışma aracı
olmuştur. Yazının icadı genel anlamda insanlık tarihi için bir dönüm
noktasıdır. Anadolu coğrafyası bu türden gelişmelere ancak yaklaşık 1.500 yıl
sonra katılacaktır. Bronz Çağı, aynı zamanda çeşitli göç ve istila
hareketleriyle kendini gösteren bir çağdır. Batı Anadolu ile başta Girit olmak
üzere Ege Adaları arasında çanak çömlekle temsil edilen kültürde bir benzerlik
tespit edilmektedir. Bu benzerlik Adalarda yaşayan halkların kökeninin Anadolu
olduğu görüşünü desteklemektedir. Ayrıca İç Anadolu’da ve Batı ve Güney
sahilleri boyunca ortaya çıkan yerleşim yerlerindeki kültürün M.Ö. 2. binyılın
ortalarında Anadolu’da egemen olan kültür ve nüfus yapılanmasıyla bir
devamlılık içinde olduğu anlaşılmaktadır. Büyük bir olasılıkla Hint-Avrupaî
kökenden bazı halklar Erken Bronz I evresinin başlarından itibaren Anadolu’ya
girmişlerdir. Bronz çağının erken evreleri, bölgede Elmalı yakınlarındaki
Karataş-Semayük, Müğren Höyüğü, Hacımusalar ve Bademağacı bulgularıyla
desteklenmektedir. Erken Bronz Çağının son evrelerine doğru genel anlamda
Anadolu coğrafyası Ön Asya devletlerinin ilgi alanına girmiştir. Akad
hanedanlığının kurucusu ve M.Ö. 2334-2269 yılları arasında hüküm sürmüş olan
Sargon, Amanos ve Torosları geçmek istemiş, ancak birleşik güçlerin gösterdiği
direnç sonucunda geri çekilmiştir. Anadolu’da bu çağda önemli kent
devletlerinin bulunduğu çok çeşitli bölgelerde yapılan kazılarda ele geçmiş
seçkin arkeolojik buluntulardan anlaşılmaktadır. Nitekim 2. binyılın
başlangıcından itibaren Asurluların hem karada hem de sahil şeridinde ticaret
yolları oluşturmaya başladıkları görülmüştür. 17. yüzyılın sonlarına kadar
Ticaret Kolonileri Çağı yaşanmıştır. Yazı, Anadolu’ya ilk defa bu dönemde çivi
yazısı olarak girmiştir. Anadolu’ya özgü Kültepe Akadçası denen dil,
Anadolu’nun ilk yazılı belgelerinin dili olmuştur. Bu çağda Anadolu’da önemli
ölçekte kent devletlerinin ortaya çıktığını ve bunlardan yine Kültepe, veya
Kaneş, kökenli bir kolun Hattuşa’yı iskan etmek suretiyle Hitit devletini
kurduğunu görüyoruz. Hitit devleti, Anadolu kökenli halkların tarihi
gelişiminin başlangıcını ifade eder.
1.2. Hitit Çağı
Bütün bu
gelişmelerin yaşandığı dönemlerde Antalya bölgesi, tamamen sessiz ve etkisiz
bir süreç geçirmiştir. Bölgenin tarih sahnesine çıkabilmesi Hitit krallarının
Batı Anadolu seferleri düzenlemesine kadar bekleyecektir. Bugünkü Antalya il
sınırları içinde kalan çeşitli eski coğrafya adlarının Hitit çağından kalma
olduğunu güvenle öne sürebiliyoruz. Bunlar arasında Perge, Kesros, Patara gibi
yer adları sıralanabilir. Bunlardan bazılarına ilk kez M.Ö.1267-1237 yılları
arasında hüküm sürmüş Hattusilis III’ün “Yıllıklar”ında rastlanmaktadır.
Yıllıklarda Nahita ve Sallusa kentleri Lukka ülkeleri arasında sayılmışlardır.
Nahita adı Magudos’a karşılık gelebilir. Bugünkü Niğde kentinin adı Helence
Nagidos olarak söylenirdi ve bu isim Hititler çağındaki Nahitiya adından
geçmiştir. Araplar ve Bizanslılar ise bu kente Magida derlerdi. Doğal olarak M
ve N seslerinin tarihi olarak yer değiştirmesi olasıdır. Hititler dönemindeki
bir yer adının içinde geçen “h” sesi ise Helence’de genel olarak “g” veya “k”
ile gösterilmiştir. Bu kurallı olarak ortaya çıkan ses değişikliklerinden bir
tanesidir. Benzer bir şekilde Sallusa ve Silluon adları da kökensel bir
benzerlik gösterebilirler. Doğal olarak şu aşamadaki bilgilerimiz çerçevesinde
Magudos ve Silluon kentlerinin Hitit çağından geriye kalmış olduklarını destekleyebilecek
her hangi bir arkeolojik kanıt mevcut değildir. Ancak bir etimolojik varsayımın
mutlaka arkeolojik bir kanıtla desteklenmesi zorunluluğu bir şart olarak
aranmamalıdır. Dil teknikleri açısından bu türden yer adlarının kökeninin
Hellence olmadığını söylemek bile yeterlidir. Kaldı ki, örneğin, Perge’de bu
türden bir tartışma hem dil hem de arkeolojik açıdan bir sonuca bağlanmıştır.
Perge kentinde Hitit çağına ait buluntular artık tartışma götürmeksizin ortaya
çıkmıştır. Kentin adı da M.Ö. 1237-1209 yılları arasında hüküm sürmüş Tudha
liya IV zamanına ait bir antlaşma metninde de açıkça geçmektedir. Hitit kralı
Tudhaliya, antlaşma imzaladığı Hitit kralı Muwatalli’nin oğlu Kurunta ile
sınırları belirlerken şöyle demiştir: “Kastaraya nehrine kadar olan topraklar
Hulaya-Nehri ülkesinde Tarhuntassa’ya sınır olsun. Kastaraya nehrinin
yakınındaki Parha ise Lukka ülkesi sınırlarında kalmaktadır. Bu ülkeyi ele
geçirirsem, bu toprakları da senin ülkene katacağım”. Kastaraya, açıkça bugünkü
Aksu Çayı’nın Hellen- Roma çağındaki söylenişi olan Kestros’a karşılık
gelmektedir. Bunun yanı başındaki Parha kenti de yine Hellen-Roma çağındaki
söylenişiyle Perge’dir. Tarihi coğrafya açısından ele alındığı zaman Hitit
metinlerinden Aksu’ya kadar gelen bölgenin apanaj Tarhuntassa devlet ine,
Perge’den itibaren başlayan toprakların da Lukka memleketine ait olduğu
anlaşılmaktadır. Tarhuntassa kentinin yeri tespit edilmemiş olmakla birlikte
Tarhuntassa devletinin sınırları nispeten daha iyi bilinmektedir. Anlaşıldığı
kadarıyla bu devletin güneydoğu sınırları Silifke civarından başlamakta ve tüm
sahil boyunca ilerleyerek Aksu’da sona ermektedir. Kuzeybatı sınırı ise Eğirdir
ve Beyşehir Gölleri üzerinden düz bir hat halinde Konya Hatip’e ulaşmakta ve
buradan Karaman’a kadar devam etmektedir. Bu devletin Aksu’ya kadar uzanan bir
kısmı Hulaya Nehri memleketi sınırlarında kalmaktadır. Hulaya Nehri, Manavgat
Çayı olabilir. Antalya il sınırları içinde kalan sahada şimdiye değin Hitit
Çağı’ndan her hangi bir yazılı belge ele geçmemiştir. Bu nedenle doğrudan
doğruya bir belge üzerinden tartışma yapabilecek durumda değiliz, ancak dolaylı
olarak, Tunç çağında bölgede yaşamış halk grupları hakkında bir takım
görüşlerimiz mevcuttur. Özellikle Tırmice’de, Pamphulia Helen lehçesinde ve Sidece’de
korunmuş olan çeşitli dil özelliklerine ve şahıs adları yapılarına bakarak
bölgede yaşayan halk gruplarının Anadolu kökenli Hint-Avrupaî kavimler olduğu
sonucu elde edilebilmektedir. Hitit devletinin yıkılışına eşlik eden sürede
bölgede neler olup bittiğini bilmiyoruz. Çeşitli Hitit metinlerden bölgede daha
çok denizcilik faaliyetlerinin yürütüldüğü anlaşılmaktadır. Hitit devletinin
güney-batı Anadolu’yla Kıbrıs arasında kalan bölgeyi korsanlık nedeniyle
kontrol edemediği ve müttefik devletlerden yardım istediği belgelere
yansımıştır. Milletlerarası deniz taşımacılığında bölgenin bir rolü olduğu,
tespit edilen gemi batıklarından bellidir. Kaş yakınlarındaki Uluburun ve
Adrasan yakınlarındaki Gelidonya batıkları Tunç çağındaki deniz ticareti
hakkında değerli bilgiler vermektedir. Şüphesiz il sınırları içinde kalan
alanda oldukça nadir rastlanan Tunç çağı verilerine yenilerinin katılması
bölgenin arkeolojik niteliğinin anlaşılmasına değerli katkılar sağlayacaktır.
Oldukça yakın bir dönemde Kumluca yakınlarındaki Gagai ören alanını civarında
Tunç çağı keramik kalıntılarına rastlanmıştır. Buluntular, Batı Antalya sahil
güzergâhının Elmalı eksenli bir kültürel dokunun içinde bulunduğuna işaret
edebilir. Tunç Çağı’nın ve Hitit devletinin sona ermesine neden olan sebeplerin
başında büyük istilacı grupların ve kullandıkları demirden eşyaların büyük bir
rolü vardır. Üretimi tunca göre daha kolay, kullanımı daha yaygın olan demir,
büyük kitlelerin elinde silaha dönüşünce kavimlerin kaynaşması kaçınılmaz
olmuştur. M.Ö. 12. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan yeniçağa Demir Çağı denir.
Bu çağı karakterize eden özelliklerin başında “Kavim Göçleri” ve ardından gelen
“Karanlık Dönem” yer almaktadır. Kavim Göçleri dönemi arkeolojik bakımdan ispat
edilmemiş, ancak çeşitli tarihi belgelerin yorumlanmasından anlaşılan bir
durumdur. Mısır belgelerinde Batı Anadolu’dan kalkıp bütün Anadolu’yu,
Kıbrıs’ı, Filistin’i yerle bir ederek Mısır kapılarına dayanmış olan insanlara
“Deniz Kavimleri”adı verilmiştir. Bu kavimlerin kökeni hakkında hala devam eden
tartışmalar bulunmaktadır. Kavimlerin kaynaşmalarına örnek gösterilen başka bir
unsur da Troya savaşı sonrası bir kurucu önderin başkanlığında sağa sola
dağılan halk gruplarıdır. Ayrıca, Helen anakarasında Muken’lerin yıkılmasına
sebep olan kuzeyli Dor kavimlerinden söz edilmektedir. Bu çağda Balkanlardan
Anadolu’ya geldikleri var sayılan kavimlerden bir tanesi de Fruglar’dır. Demir
çağının başlangıcında kavim kaynaşmalarının meydana gelmiş olması, Karanlık Çağ
sonrası ortaya çıkan tamamen farklı nitelikteki yeni halk gruplarından da
anlaşılabilir. Kavim istilaları, başladığı gibi sona ermiş, evreleri bölgelere
göre değişmekle birlikte en az 200 ila 300 yıllık bir kopukluk yaşanmasına
sebep olmuştur. Yine de bu çağın başlangıç yüzyıllarında Anadolu’nun güney ve
orta kısımlarında ikinci binyıl geleneklerini sürdüren şehir devletleri ortaya
çıkmıştır. Bu şehir devletlerinden bazılarının, Ereğli’deki Tuwana krallığıyla
Adana’daki Hiyawa krallığının etki alanı büyük bir olasılıkla Antalya il sınırları
içinde kalan toprakların bir bölümüne ulaşıyordu. Bu kapsamda Aspendos kent
adının Adana’daki Hiyawa krallığına bağlı General Azatiwataya ile aynı kökenden
isimler olmaları anlamlıdır. Azatiwataya aynı zamanda bir kent adıdır ve tam
olarak Pamfuliya Helen lehçesinde “Aspendoslu” sözcüğünün karşılığı olan
Estvediyus ile eştir. Bu çağda kentin doğu sınırlarının Ön Asyalı kavimlerle
ilişkisi olduğunu gösteren başka bir belge de M.Ö. 8. yüzyıla tarihlenen,
Alanya yakınlarındaki Cebel-i Reis Dağında bulunmuş Fenikece bir yazıttır.
Fenikece, Eski Anadolu dillerinden olmamakla birlikte, özellikle 9. yüzyıldan
itibaren bir diplomasi dili olarak bölgeye girmiştir. Hiyeroglif yazılı
kitabelere zaman zaman bu diplomasi dilinin eşlik ettiği görülmektedir, ancak çeşitli
Fenike kolonileri Kıbrıs’ta daha etkin bir şekilde faaliyetteydiler. Tırmiler
kent sınırları içinde belirli bir dil ve arkeoloji vasfıyla tanımlanabilen ilk
büyük uygarlık Tırmilere aittir. Teke Yarımadasının hemen hemen tamamına
yerleşmişlerdir. Bunlara ait yüzlerce kaya mezarı, lahit, stel ve dikme anıtlar
kentin batı ve kuzeybatı sınırları içine dağılmıştır. Tırmilerin Helenceyle
ilgisi olmayan özgün bir yazı ve dilleri vardır. M.Ö. 5. yüzyılın
başlangıcından Makedon Aleksander’in gelişine kadar yazılı varlıklarını
sürdürebilmişlerdir. Helenler, bu yerli Anadolu kökeninden gelen insanların
yaşadığı bölgeye Lukiya adını vermiştir, ancak Helen kaynakları titizlikle
incelendiği zaman “Lukiyalı” sözcüğünden Helenlerin kast edildiği
anlaşılacaktır. Herodotos, bunların Girit kökenli olduklarını ve adadan
göçtükleri sırada bunlara Termilai dendiğini söylemiştir. Ancak bugün dil
ilişkilerinden de çok iyi bildiğimiz üzere Tırmilerin Giritli olabilecekleri
görüşü tarihi değildir. Helen tarihçileri doğal olarak memleketin yerel adı
hakkında bazı duyumlara sahiplerdi, ancak genel tarihçi yaklaşımları o çağlarda
çok rağbet gören, tıpkı Eski Mısırlıların ve Yahudilerin yaptığına benzer bir
şekilde kavimlerin soyları ve boylarına yönelik Helenci bir ideoloji içeriyordu.
Bu nedenle objektifl ikten uzak sayısız halkın kökenini Helenleştirmiş ve Helen
soylarına bağlamışlardır. Oysa burada yaşayan yerli halk kendilerine Tırmili,
ülkelerine de Trm belgelerinde bu adı mis derlerdi. Persler de bu adı
benimsemiş ve kullanmışlardır. Diğer Ön Asya halkları da aynı adlandırma
şeklini benimsemişlerdir. Biz Türkçe’de bu yerli insanlara “Lukiyalı” değil,
“Tırmili” denmesinin daha doğru ve tarihi bir yaklaşım olduğunu savunuyoruz.
Helenistik çağdan itibaren bölge, yoğun ve giderek artan bir şekilde Helen
kültürünün etkisi altına girmiş olduğu için Greko-Romen dönemde bölge adı tam
olarak Lukiya’ya dönüşmüştü ve bu bölge adından hareketle burada yaşayanlara
Lukiyalı denirdi. Ayrıca “Lukiyalı” adı, bir etnik ad değildir, “Lukiya bölgesinden
olan kimse” anlamında bir genelleştirme sıfatıdır. Anadolu’nun ikinci ve
birinci binyıl dil ve tarih dinamiklerini yeterince dikkate almayan kimseler
Lukia adının, Helenlerden de önceye, Hitit metinlerinde geçen Lukka adına kadar
dayandığını düşünürler ve bir aracı gelenek olarak Homeros’tan söz ederler.
Öncelikle Homeros, tarihi anlamda bir aracı geleneği temsil etmez. Ayrıca
Homeros’un sözünü ettiği Sarpedon ve Bellerophon gibi şahsiyetler ve İlias
destanında adı anılan Lukiyalılar yine yerlilerden değil, Helen
kökenindendirler. Bunların Anadolu’nun yerli halkı olduğunu ima eden bir tek
satır dahi yoktur. Bunun dışında, Pamfuliyalılar kısmında da ele alınacağı
gibi, Anadolu’nun ikinci binyıl geleneklerini birinci binyılda sürdürmesi
olanaklı Helen halkları da o çağda nadolu’da mevcut değildi. Lukiya adı, Helen
“soylar ve boylar” ideolojisinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Yer adlarının
hangi süreçler üzerinden koruna gelmiş olabileceğini bildiğimiz belirli bir
formül yoktur. Yer adlarının devamlılığının veya devamsızlığının sayısız modeli
vardır. Tırmiler, dil özelliklerinden de çok iyi bildiğimiz üzere, Anadolu’nun
ikinci binyıl halklarındandırlar. Bunların dili, batı ve güneybatı Anadolu’ya
yayılmış olan Luvi’lerin dilinden etkilenmiştir. Kaynaklarda sıkça Luvice’nin
bir ardılı gibi gösterilir, ancak bu bütünüyle doğru bir yaklaşım değildir,
çünkü Tırmilerin dilinde Luvice’den daha eskilere giden Hint-Avrupa ses
özelliklerine rastlanır. Dolayısıyla burada Luvice’yle yakın ilişkileri olan,
ancak kökenini Luvice’den almamış bir dil söz konusudur. Tırmiler, Batı
Anadolu’nun Fruglar ve Şfardlar (Sardisli= Ludiyalı) gibi çeşitli halklarının
aksine başlangıcından itibaren etkin bir siyasi birlik oluşturmamışlardır.
Göçmenlik, paralı askerlik ve sürgünlük bilmezlerdi. Bunlar, sahildeki veya
yayladaki yüksek bir tepeye konumlanmış tahkimatlı kentlerde “Kent Beylikleri”
düzeninde yaşayan feodal bir toplumdan meydana geliyorlardı. Herodotos’un
söylediği, ana yanlı “matriarkal” bir yaşamları olduğu açıklaması, Tırmi
dilindeki yazıtlarda doğrulanmış bir konu değildir, ancak Artemis, Leto ve
Maliya gibi tanrıçalara ve “yücelmiş ana” temalarına yazıtlarda rastlanır.
Tırmi ülkesi, M.Ö. 546-538 yılları arasında Pers kralı Kuros’un generali
Harpagos tarafından ele geçirilmiştir. Perslerin bölgeyi ele geçirmesi, tam bir
atılım ve canlanma dönemine yol açmıştır. Perslerin çeşitli Anadolu halkları
üzerindeki etkisi hep çok olumlu olmuştur. Öncelikle, bu küçük halkların
belirli bir siyasal rejim altında yönetilmeleri bunların ekonomik açıdan önünü
açmıştır. Gelişmeleri ve kalkınmaları bu döneme rast gelir. Perslerin
Anadolu’da oluşturdukları rejim, bir tür Valilik niteliğindeki “Satraplık”
lardan oluşuyordu. Çağın en önemli ve en güçlü devleti olan Persler, bu
insanların sanatlarını, dillerini ve yazılarını derinden etkilemiştir.
Olasılıkla Tırmilerin Helenlerle olan ilişkileri Perslerin gelişinden önceki
evrelere kadar gitmesine rağmen, Helenler bu insanlar üzerinde böyle bir itici
rol oynamamış, Perslere karşılık olarak bölgede yaşayan sınırlı sayıdaki
Helenleri ve Helen dostlarını kollamış ve gözetmişlerdir. Helen kültürü daha o
çağda bir dünya kültürü olma yönünde yol kat ettiği için doğal olarak
Tırmilerin üzerinde bu kapsamda bir Helen etkisinden de söz edilebilir. Tirmilerin
Pers istilasından sonraki siyasi rejimleri hakkında tam bir görüş bildirmek
zordur. Persler, genel olarak, ele geçirdikleri ülkedeki siyasal sisteme
karışmazlardı, ancak ülkenin veya bölgenin en ileri gelen Bey ve Kralını kendi
satraplarına karşı sorumlu tutardı. İlk dönemin siyasal düzeni hakkında pek
fazla bir şey söylenememektedir. Genel olarak bölgeyi ele geçiren Harpagos’un
soyu tarafından yönetilmiş oldukları söylenmesine karşın, konu tam bir açıklık
kazanmamıştır. Bir dönem Lidya’da konumlanmış olan satraplığa bağlı olarak
yaşadıkları da bilinmektedir. Tirmilerin M.Ö. 454 yılı civarında Helenlerle
Persler arasındaki savaşın bir sonucu olarak kurulan Delos Birliğine
katıldıkları görülmektedir. Bu dönemde Ksanthos kökenli bir ailenin zamanla siyasal
ağırlık kazandığı ve M.Ö. yaklaşık 450’li yıllardan itibaren etkin olduğu
görülmektedir. Tırmi ülkesi 412’de tekrar Perslerin eline geçmiştir. 362
civarında baş gösteren Satrap İsyanları sırasında ülke siyasi ve askeri
çekişmelerin içine düşmüş, doğuda Limyra’da (Kumluca) egemenlik kuran Perikle
ile batıdaki Kariya satrapı Mausolos arasındaki çekişmelere sahne olmuştur. Çok
geçmeden Tırmi ülkesi Karya satraplığına bağlanmıştır. Bu satraplık dönemi M.Ö.
334/3’de Makedon Aleksander’in Pers Seferiyle sona ermiştir. Aleksander’in
Anadolu’ya ayak basması istisnasız bütün yerel halkların siyasal ve kültürel
sonunu getirmiştir. Aleksander’in komutanlarından Nearkhos’un bir dönem bölgeyi
yönettiği söylenmektedir, ancak bu dönem çok kısa sürmüştür, çünkü başka komutanların
da bölgeyi idareleri altına aldıklarına dair söylentiler vardır. Bunlardan en
etkin olanı 305/4’da Mısır’da krallığını ilan etmiş olan I. Ptolemaios Soter,
kısa bir süre sonra Tırmi ülkesinin de dâhil olduğu çeşitli bölgeleri
Anadolu’dan topraklarına katmıştır. Bunun izleri, özellikle II. Ptolemaios
Philadelphos’un eşi Arsinoe’nin adının bir dönem Patara kentine verilmesinde
görülür. Bölgenin belki de en uzun süren barış dönemlerinden bir tanesi de bu
evrede görülür. Ancak Helenistik krallar özellikle M.Ö. 2. yüzyılda bir
kaynaşma içine düşmüştür. Bunların başında Seleukos krallığı gelir. M.Ö.
222-187 yılları arasında krallık yapmış olan III. Antiokhos, 197’de Patara’ya
kadar olan kentlerin bir bölümünü topraklarına katmıştır, ancak 188’de Apamea
Antlaşması’yla bölge bu kez de Rodoslu’ların eline geçmiştir. Bu süreç 168’de
federatif bir niteliği bulunan Lukiya Birliği’nin kurulmasına kadar devam
etmiştir. Bölge, tam olarak bu dönemden itibaren devlet adı olarak resmen
“Lukiya” unvanını kullanmaktadır. Artık bölgeyi özgünleştiren halkın yazısı,
dili ve sanatı ortadan kalkmış, nüfus ve kültür kısmen Helenleşmiş ve bir bütün
olarak Helen etkisine girmiştir.
1.3. Miluas ve Soluma
Tırmi ülkesinin
Helenistik dönem öncesi halkı, Tırmi kökenli çoğunluktan oluşuyordu. Ancak
onların dışında başka halkların da olabileceğine ilişkin kanıtlar vardır.
Bunların arasında en başta Kaş’ta limana inen çarşının hemen başındaki görkemli
lahitin üzerinde bulunan yazıtın dilini konuşmuş olan kimseler gelir. Bu
insanların diline ait belgelere ayrıca Ksanthos kentindeki tiyatronun hemen
yakınında bulunan dikme anıtın üzerinde de rastlanmaktadır. Bazı araştırmacılar
bu yazıtların dilini konuşmuş olan insanların Miluaslı olduklarını
düşünmektedir. Ancak bunu doğrulayabilecek herhangi bir kanıt bulunmamaktadır.
Bu yalnızca bir varsayımdır. Herodotos’a göre bölgede Lukiyalı’lardan önce
Termiliyalılar, onlardan önce de Miluaslılar ve Solumalılar ikamet ediyorlardı.
Herodotos’un sık sık efsanelerle iç içe geçmiş açıklamalarını başka tarihi
yaklaşım noktaları buluncaya kadar ihtiyatla karşılamak daha gerçekçi bir
yaklaşım olur. Dolayısıyla Solumalıları ve Miluaslıları efsaneler alanından
çıkaracak veriler şimdilik mevcut değildir. Çeşitli araştırmalarda bu dile
Tırmi B (veya Lukiya B) adını verenler de vardır. Bu dili konuşan halk için her
hangi bir siyasi tarih detayı bilinmemektedir.
1.4. Rodoslular ve Dorlar
Eski Yunan
kaynakları bölgenin doğusunda özellikle Kumluca ve Phaselis arasında kalan
çeşitli kentlerin erken dönemlerde Rodoslular tarafından
kolonileştirildiklerini söylemektedir. Kumluca yakınlarında bulunan Rhodiopolis
kenti bunun bir kanıtı sayılmaktadır. Phaselis’in ise M. Ö. 7. yüzyılda Rodos
Lindos’undan gelen göçmenlerce kurulduğu kabul edilmektedir. Bunlar Dor Helencesi
konuşuyorlardı. Phaselis’in siyasi tarihte önemli bir yeri vardır. “Helen
dostu” kentlerden sayılır.
1.5. Pamfuliya ve Pamfuliyalılar
Antalya İl
sınırlarının önemli bir bölümü, Helen- Roma çağlarında Pamphulia (=Pamfuliya)
adıyla anılıyordu. Sınırları, kaba hatlarla doğuda Kilikiya, kuzey doğuda
Lukaoniya, kuzeyde Pisidiya ve batıda Lukiya ile çevriliydi. Ancak Pamfuliya
bölgesinin Klasik Çağda sahip olabileceği sınırlar tam anlaşılmış değildir.
M.Ö. 6. yüzyılda yaşamış Miletli Hekataios’a göre Kaş yakınlarındaki Phellos
bir Pamfuliya kentiydi. Olasılıkla Phaselis ile karıştırılmıştır. M.Ö. 4.
yüzyılda yaşamış Ps. Skulaks, Pamfuliya kentleri olarak Aspendos, Side ve
Sulleion kentlerinin adlarını saydıktan sonra bölge sınırlarını Kibura
Minor’dan (Alanya yakınlarındaki Güneyköy) Korakesion’a (Alanya) kadar
uzatmakta, ancak Düden çayı, Magudos (Karpuzkaldıran), Perge (Aksu) ve Artemis
Tapınağına kadar olan toprakları Lukiya’ya dahil etmektedir. Bu Bölgenin batı
sınırının Khelidonia civarından başladığına yönelik bir gözlem vardır. Tarihçi
Livius, Pamfuliya-Lukiya sınırının Phaselis kenti olduğunu söylemiştir. Plinius
Mela ise, Side ve Phaselis arasında kalan bölgeyi Pamfuliya olarak
tanımlamıştır. Bugün daha alışılmış olan sınırların tanımı, tarihçi-coğrafyacı
Strabon’a dayanmaktadır. Phaselis ve ondan sonra gelen Olbia kentinden
Korakesion’a kadar olan toprakların Pamfuliya olduğunu ifade etmiştir. Doğudaki
en uç sınırın Silifke yakınlarındaki Suedra kentine kadar uzandığı da
düşünülmektedir. Ptolemaeus Claudius, bu kentin bir Pamfuliya kenti olduğunu
yazmıştır. Alıntı yapılan kaynaklardan da anlaşıldığı üzere Pamfuliya
bölgesinin sınırları bir belirsizlik göstermektedir. Roma İmparatorluk Çağı
sınırları bir kenara konursa, bölgenin daha erken dönemlerdeki sınırlarının
adlandırmaya dayalı bir şartlanmanın etkisi altında kaldığı görülür. Pamfuliya
adı Helence’dir. Helence’de Panphulia ve Pamphulia şeklinde yazılışları
görülür. Latince Panfilia, Pamphylia ve Pamphilia şeklinde yazılışlarına
rastlanır. Bu yer adının Anadolu’nun daha eski evrelerine ait yer adlarıyla bir
ilişkisi olmadığı çok açıktır. Helencedir ve anlamı ancak Helence üzerinden
anlaşılmaktadır. “Tüm halklardan olan insanların yaşadığı memleket” gibi bir
anlama gelmektedir. Ayrıca Helen “Soylar ve Boylar” teorisine göre Dor
boylarından birinin adı Pamphulos’tu. Bunun dışında, çeşitli antik kaynaklar
Pamphulia adını Mopsos’un kızıyla veya Kabderos’un kızıyla veya Rhakios ve
Manto’nun kız kardeşiyle ilişkilendirmektedir. Doğal olarak bunlar efsanedir,
ama Plinius Mela bu konulardan yola çıkarak Pamfuliya’nın daha önceki adının
Mopsopia olduğunu söylemektedir. Bu yaklaşımlardan tarihi bir değerlendirmeye
ulaşmak olanaklı değildir. Pamfuliya adının Demir Çağının başında veya Arkaik
çağda bölgeye gelen göçmenlerin “karışık halk” dokusunu ifade etmek için Helen
entellektüelleri tarafından lanse edilmiş olabileceğini kabul etmek daha uygun
bir yaklaşım olabilir. Nitekim bölgenin bu yönü kaynaklarda belirgin bir
şekilde vurgulanmıştır. Strabon, Coğrafya XII 7.2’de “Pamfuliyalıların
Kilikiyalılarla pek çok açıdan ortak özellikler gösterdiğini” söylemektedir.
Suedra kentinde ele geçen bir kehanet yazıtında “karışık milletlerin ülkesinde
yaşayan siz Suedra Pamfuliyalıları...” denmektedir. İfadelerden de anlaşılacağı
üzere bölge adı bir adlandırma koşulunun etkisi altındadır. Tarihi açıdan
“Pamfuliyalı” adını taşıyan bir halk yoktur, Helence bu anlama gelen
Pamphulios” sözcüğü belirli bir etnik grubu göstermez, “Pamfuliya bölgesinde
yaşayan, ikamet eden kimse” anlamına gelir. Bir Sideli ile bir Aspendoslu
arasındaki farka işaret etmez, her ikisini de aynı soydan kimselermiş gibi
gösterir. Hâlbuki dil özellikleri açısından ele alındığı zaman bir Aspendoslu
ile bir Sideli birbirlerine tamamen yabancı kimselerdi. Bu nedenle
Pamfuliya’nın Roma Çağı öncesi evrelerinin incelenmesinde en belirgin rolü dil
incelemeleri tutmaktadır. Pamfuliya bölgesi, çeşitli dönemler dikkate alındığı
zaman, bünyesinde barındırdığı çeşitli dil varlıklarıyla Anadolu’nun dikkat
çeken alanlarındandır. Klasik dönem ve öncesine ait dil belgeleri çok fazla
değildir. Perge’de bulunmuş, M.Ö. 6. yüzyıl civarına tarihlenen bir kap parçası
üzerinde belgelenmiş olan yazı ve dilin niteliği henüz bir görüş öne
sürülmesine yetmemektedir. Bu açıdan bölgenin bu çağdaki dilleri ve halkları
başka kaynaklar aracılığıyla tartışma konusu edilmektedir. Bölgenin erken dönem
halkı (substratum) Luvi etkisinde bir güney Anadolu halkıydı. Bunlardan bize
her hangi bir belge kalmamıştır. Ancak varlıkları bölgedeki Helen lehçesi
üzerindeki etkiden anlaşılmaktadır. Olasılıkla etkin bir siyasal birlik
oluşturamadıkları için zamanla Helenlere karışmışlardır. Bölgenin hakkında
nispeten çeşitli görüşler öne sürülebilen kalabalık halkı Helenlerdi. Bunlar
İyoniya ve Atina’da kullanılan alfabe niteliğindeki Helen yazısından kısmen
farklı bir yazı kullanmışlardır. M.Ö. yaklaşık 5. yüzyılın son çeyreğinden Roma
İmparatorluk Çağına kadar olan evrede bu dil ve yazıya ilişkin belgelere
rastlanmaktadır. Belge türleri genellikle kent sikkeleri, mezar taşları, amfora
kulp baskıları ve çeşitli anıtlardan oluşmaktadır. Bunlar genel olarak Aspendos
ve Perge arasında kalan topraklarda, kısmen Mısır’da ve nadiren de çeşitli
bölgelerde ele geçmiştir. Pamfuliya Helenleri, karşılaştırmalı dilbilim metodlarına
göre, Anadolu’daki en eski Helen gruplarından birini oluşturmuşlardır. Bunların
dilinde Mukenlerin ve Dorların dil özelliklerinden bazılarına rastlanmaktadır.
Bu nedenle M. Ö. Birinci binyılın başlarında Anadolu’ya göç etmiş oldukları
kabul edilmektedir. Bunlar Anadolu’da karşılaştıkları insanlarla iç içe geçmiş,
onların inanç ve çeşitli kültürel özelliklerinden etkilenmişlerdir. Yalnızca bu
Helenlerin değil, genel olarak Pamfuliya’da yaşayan diğer halkların da erken
dönem tarihi hakkında ne yazık ki pek fazla belge bulunmamaktadır. Silluon
kentinde bulunmuş ve M.Ö. 4. Yüzyıla tarihlenen bir yazıt aracılığıyla kentin
yönetiminin bir “yaşlılar konseyi” aracılığıyla yürütüldüğü öğrenilmektedir. Bu
yönetim şekli daha çok kabile düzeyinde yaşayan halklar için uygundur.
Platon’un Devlet kitabında (X 615 c) Ardiea adında birisinin binyıl önce bir
Pamfuliya kenti tiranı olduğu söylenmektedir. Bu ifadeden çeşitli Pamfuliya
kentlerinin erken dönemlerde tiranlıklarla yönetildiğini ima etmektedir.
Herodotos, M.Ö. 6. yüzyılda Pamfuliya’nın Anadolu’nun diğer bölgeleri gibi
Ludiya kralı Kroisos’un eline geçtiğini söylemektedir. Ancak Perslerin
Kroisos’u yenmesi üzerine Pamfuliya Perslerin eline geçmiş, Pers ordusuna asker
sağlamış ve vergi ödemişlerdir. Pamfuliya’da o çağda yekpare bir bölge rejimi
yoktu. Halklar ve kentler dağınık ve müstakil yönetimlerin elindeydi.
Olasılıkla Anadolu’nun Persler tarafından ele geçirilmesinden sonra Pamfuliya
bölgesi de bir satraplığa bağlanmış olabilir. Bu satraplığın hangisi olduğu tam
olarak bilinmemektedir, ancak Suriye- Kilikiya-Kıbrıs eksenli bir yönetime
bağlı olması tahmin edilmektedir. M.Ö. 466 yılında Atinalı amiral Kimon,
Persleri Köprüçay’da (Eurumedon) bozguna uğratmıştır. 425’deki Atika Deniz
Birliği’ne bağlı kentler arasında olasılıkla Aspendos da yer alıyordu, ancak
statüsü daha sonradan değişmiştir. 411’de Tissafernes’in donanması burada
barınıyordu. M.Ö. 362 yılı civarındaki Satrap İsyanı sırasında Pamfuliya’daki
Helen kentleri savaşa kapılarını kapatmışlardır. M.Ö. 334/333 yılı kışında
Makedon Aleksander, Perge, Aspendos ve Side kentlerine uğramıştır. Bazı
kaynaklar, komutanlarından biri olan Nearkhos’u Lukiya ve Pamfuliya satrapı
olarak atadığını söylerler. M.Ö. 295 yılı civarında Seleukos, Kilikiya ve
Pamfuliya bölgelerini ele geçirmiş, bugün Manavgat’ın kuzeyinde bulunan
Oymapınar barajı yakınlarındaki Seleukia kentini kurmuştur. Ancak çok geçmeden
Pamfuliya bölgesi Mısır kökenli Ptolemaios’ların eline geçmiştir. Philadelphos
zamanında Alanya istikametinde kalan Ptolemais kenti kurulmuştur. Bölge uzun
yıllar Suriye ve Mısır’daki krallıkların güç gösterisi altında varlığını
sürdürmüştür. M.Ö. 197 yılı civarından itibaren bölge önce Antiokhos’un, daha
sonra da Romalı komutan Manlius’un eline geçmiştir. 188’de Apameia
Antlaşmasıyla bölgenin önemli bir bölümü Bergama kralı Eumenes’in egemenliğine
geçmiştir. Bergama kralı II. Attalos Philadelphos zamanında (159-139) Attaleia
(Antalya) kenti kurulmuştur. Bergama krallığının Pamfuliya üzeindeki haklarını
Roma devletine devretmesi üzerine bölge Romalıların eline geçmiştir. M.S. 43
yılında İmparator Claudius, Lukiya ve Pamfuliya’yı birleştirerek bir Roma
eyaletine dönüştürmüştür.
1.6. Sideliler
Pamfuliya
bölgesinin olduğu kadar eski Anadolu incelemelerinin de dikkat çeken alanlarından
bir tanesi Side kentinde ve Lyrbe’de ele geçen çok az sayıdaki yazıtların
dilidir. Bu halkın gerçek adı sanı bilinmemektedir. Anıtlar, önceleri yalnızca
Side kentinde ele geçtiği için kent adından ötürü bunlara Sidece denmiştir,
ancak halkın adı tarihi açıdan kayıptır. Bunların dili, 2. ve 1. binyıl güney
Anadolu halklarından birine aittir. Luvice’nin etkisi görülmektedir. Sidece
“tanrı” anlamına gelen masara sözcüğü, aynı anlama gelen Luvice masana ile bir
benzerlik teşkil etmektedir. Anıtları genel olarak sikkeler ve çok az sayıdaki
yazıtlardan oluşmaktadır. Bunlar ortalama M.Ö. 5. yüzyılın sonuyla M.Ö. 3.
yüzyılın sonlarına tarihlenmektedir.Üç adet Sidece-Helence olarak yazılmış çift
dilli yazıt dilin çözümlenmesine katkı sağlamıştır. Başka hiç bir yerde
görünmeyen kendilerine özgü bir yazıları vardır. Kullanılan yazım işaretlerin
sayısı 26’dır. Alfabe niteliğindedir. Yazı yönü sağdan sola doğrudur.
Sidelilerin kökeni, Helen kaynaklarına göre, İzmir Aliağa yakınlarındaki Kume
kentinden gelen göçmenlere dayandırılmaktadır. Arrian, göçmenlerin Side’ye
ulaştıktan sonra kendi dillerini unuttuklarını, anlaşılmayan garip bir dil
konuşmaya başladıklarını söylemektedir. Side sözcüğü Helence “nar” anlamına
gelmektedir, ancak bölgedeki çeşitli kent adlarında olduğu gibi bir Anadolu yer
adından Helenceleştirilmiş olabilir. Side’de özgün uygarlığı temsil eden
insanların siyasi tarihi hakkında her hangi bir detay bilinmemektedir.
Pamfuliya’da cereyan eden genel tarihi durumun bir parçası olmuşlardır.
1.7. Pamfuliya’daki Ayoliyalılar
Pamfuliya’da
erken dönem kaynaklarında farkına varılan halklardan bir tanesi de kuzey-batı
Anadolu kökenli Ayoliyalılardır. Arrian, Kumeli Ayoliyalıların Side kentine göç
ettiklerinden söz etmiştir. Bunların kendi dillerinden her hangi bir belge ele
geçmemiştir, ancak Pamfuliya Helen lehçesinde bunların dil özelliklerine
ilişkin örneklere ve kalıntılara rastlanmaktadır. Bölge tarihinde oynadıkları
rol hakkında bir kayıt bulunmamaktadır, ancak hiç şüphesiz bölgedeki önemli
kültür gruplarından bir tanesini teşkil ediyorlardı. Side Ayoliyalıları
dışında, Antalya ve Kemer arasına yerleştirilen çeşitli kentlerin yine
Ayoliyalılar tarafından kolonileştirilmiş oldukları yer adlarının kökenine
bakılarak öne sürülmektedir.
1.8. Pisidiya ve Pisidiyalılar
Bugünkü Antalya
il sınırları içinde kalan önemli antik bölgelerden bir tanesi de Pisidiya’dır.
Adı Hitit metinlerinde geçen Pedassa veya Pitassa bölgesi ile eştir. Helenistik
ve Roma devirlerine kadar olan coğrafi sınırları, tarihi ve halk yapısı
belirsizlik gösterir. Tarihi kaynakları ve belge niteliği zayıf ve yetersizdir.
Sınırları kabaca, güneyde Pamfuliya, güney batıda Lukiya, batıda Kariya,
kuzeyde Frugiya, doğuda da İsauriya ve Lukaoniya ile çevriliydi. Güneyde
Antalya il sınırları içinde kalan sınırı batıda Termessos ve civarından
başlamakta, dağlık alanı ve eteklerini izleyerek Akseki üzerinden Kilikiya ve
İsauriya’ya ulaşmaktadır. Pisidiya adı, bir halk adı değildir. Bu adı taşıyan
bir halk yoktur, bölgede yaşayan tüm insanları kast etmektedir. Strabon’a göre
Pisidiya, erken dönemlerde ayrı ayrı kentlere bölünmüştü ve her kent bir tiran
tarafından yönetiliyordu. Genel olarak savaşçı ve korsan insanlar olarak
tanıtılmışlardır. Bu bölgede, özellikle Termessos ve civarında yaşadıkları söylenen
Pisidiyalıların kökeni Herodotos’ta Solumalılarla ilişkilendirilmektedir. Ancak
Pisidiyalı’ların konuştukları dile veya dillere ilişkin kanıtlar oldukça az
olduğu için bu tür bağın olasılığı oldukça varsayımsal kalmaktadır. Tüm
Pisidiya bölgesinde özgün bir dile ait kanıtlar yalnızca Eğirdir Gölü
yakınlarındaki Timbriada da (Sofular) ele geçen yazıtlardır. Bu yazıtların
diline literatürde Pisidce denmektedir, ancak oldukça az sayıdaki bu yazıtlara
bölgede başka hiç bir yerde rastlanmamaktadır, bu nedenle bu yazıtların dilinin
bir bölge dili olduğunu ve bölgede yaşayan halkların en azından büyük bir
bölümünün dili olduğunu öne sürebilecek bir neden bulunmamaktadır. Bunları,
tıpkı Side örneğinde olduğu gibi bir kent dili (Timbriada) olarak görmek daha doğru
bir yaklaşım olabilir. Bunlar, oldukça geç dönemde, Roma İmparatorluk çağının
2. ve 3. yüzyıllarında yazılmışlardır. Yazı, o çağda kullanılan Helen
yazısıdır. Dil özellikleri ise, Eski Anadolu Dilleri alanına işaret etmektedir.
Pisidiya’nın karışık halk dokusunu bize gösterebilecek başka bir örnek de
Selge’dir (Zerk). Selge’de Pamfuliya Helen lehçesinde sikkeler ele geçmiştir.
Ancak Strabon’a göre Selgeliler “Pisidiya’da oturan barbarlardan (Helen olmayan
kavimlerden)” oluşuyorlardı. Pisidiyalıların Anadolu tarihinde önemli bir
rolleri yoktur. Kendilerinden söz eden kaynakların sayısı bile oldukça azdır.
Özellikle Termessos, Aleksander’e karşı gösterdiği direniş nedeniyle ön plana
çıkmıştır. Roma İmparatoru Claudius döneminde özellikle topraklarının güney ve
güney batı bölümü M.S. 43’de kurulan Lukiya-Pamfuliya eyaletine katılmıştır.
Geri kalan toprakları, önce M.S. 74’de Galatiya-Kappadokiya eyaletine, daha
sonra da 113’den itibaren yalnızca Galatiya eyaletine bağlanmıştır.
Sonuç
İlk çağlardan
Roma İmparatorluk çağına kadar temelde halklar ve kültürler çerçevesinde ele
alınmış olan bu çalışma, Antalya bölgesinin Eski Anadolu incelemeleri için
taşıdığı önemi ortaya koymayı amaçlamıştır. Bölgedeki Eski Çağ incelemelerinin
henüz bir doygunluğa ulaşmadığı bellidir. Özellikle Roma öncesi evre açısından
yanıtlanması gereken pek çok sorun vardır. Bunların açığa kavuşmasında dil
incelemeleri büyük bir yer tutmaktadır. Antalya kenti, tüm Anadolu’da en çok
yazılı belgenin ele geçtiği kenttir. Helence ve Latince yazıtların yanı sıra
Tırmice, Lırmice B. Karca, Frugca, Aramca, Fenikece, Pamfuliya Helen lehçesi ve
Sidece gibi dillere ilişkin belgeler ele geçmiştir. Hemen yanı başındaki
sınırlarda ise Timbriada yazıtları ve Luvi Hiyeroglif yazılı anıtlar ele
geçmektedir. Bu niteliği dolayısıyla Antalya bölgesi tarih, dil ve arkeoloji
incelemeleri için benzeri görülmeyen bir laboratuardır. Yeniliklere sıklıkla
rastlanmaktadır. Oldukça kısa bir süre önce Köprüçayı istikametinde daha önce
örneklerine rastlanmamış olan yeni bir dile ilişkin yazılı kanıtlar
bulunmuştur. Bu daha bize bölge incelemelerinin sanıldığından çok daha derin
boyutları olduğunu göstermektedir.
Kaynakça: Antalya İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü (Dünden Bugüne Antalya Kitabı Cilt I)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder