DESCARTES'İN YÖNTEMİ VE TARİHE UYARLANMASI

16. yüzyılın sonunda dünyaya gelen Rene Descartes , 17. yüzyılda ortaya koyduğu düşüncelerle Aydınlanma Dönemi için önemli bir isim olmuştu...

9 Mart 2020 Pazartesi

FELSEFEDE KADIN MESELESİ (PROF. DR. DOĞAN GÖÇMEN)

Prof. Dr. Doğan Göçmen'in, 08.03.2020 tarihinde, Eylül Öztürk ile gerçekleştirdiği "Felsefede Kadın Meselesi" isimli etkinliğin giriş konuşmasını aşağıdan izleyebilirsiniz:


Doğan Göçmen konuşmanın devamını YouTube kanalı üzerinden,  yayınlamıştır. Doğan Göçmen'in diğer felsefe konuşmalarına da göz atmanızı tavsiye ederiz. Doğan Göçmen'in YouTube kanalına şu bağlantıdan ulaşabilirsiniz: https://www.youtube.com/user/mpowerdreamteam






Görüntünün olası içeriği: 1 kişi, şunu diyen bir yazı 'Eylül ÖZYÜREK ve Doğan GÖÇMEN ile FELSEFEDE KADIN MESELESİ Kişisel Gelişim Akademi Menderes Cad. No 228, 8 MART 2020 Şirinyer, BUCA /İZMİR AZAR-14:00'
Felsefede Kadın Meselesi, Eylül Öztürk ve Doğan Göçmen
Prof. Dr. Doğan Göçmen konuşması için hazırladığı taslak metni, etkinlikten önce paylaşmıştı. Aşağıda mezkur metni okuyabilirsiniz: 

PATRİARKAL, KADININ ÖZGÜRLÜĞÜ VE İNSANLIĞIN KURTULUŞU

Felsefede “erkek” kavramının tersine “kadın” kavramı felsefi kavramlar kataloğunda sabit bir yere sahiptir. Bu bağlamda sıkça sergilenen olumsuz tanımlama çabası bu gerçeğin tespit edilmesinin önünde bir engel teşkil etmiyor. Bu durum felsefede kadın meselesinin ele alınışına dair bir çerçeve belirleme olanağı sunmaktadır.
Avrupa Felsefe ve Bilimler Ansiklopedisi için “kadın” maddesinin yazarı Marianne Friese “kadın meselesini” ele alış tarzında, sorunun kadın tarafından mı yoksa erkek tarafından mı ele alındığına bakmadan ilkesel olarak iki taban tabana zıt yaklaşım arasında ayrım yapmaktadır. Bunlar “geleneksel” ve dolayısıyla “patrikal” ve “özgürlükçü” veya “kurtuluşçu” yaklaşımlardır. Kadına dair “geleneksel söylem hiçbir şekilde özgürlükçü gaye ile yürütülmemektedir. Tam tersine: Kadın üzerine düşünüm patriarkal olarak belirlenmiştir.(115)” Friese’e göre bu tartışmada öncelikli olarak kadına dair antropolojik tanımlar yapılmaya çalışılmaktadır ve bu tanımlar genel olarak “kutupsal cinsiyet teorileri” üzerinden bir argüman kurmaya çalışmaktadır. Buna göre “kadın bir beden ve doğadır.(115)” Kadının yeri “özel” alandır. Geleneksel söylemde kadın ilkesel olarak erkeğe kıyasla “alçak değerli” olarak tanımlanmaktadır. Bu ise geleneksel söylemde erkeğin kadın üzerindeki tahakkümünü meşrulaştırmaktadır. Geleneksel söylemde görülen patriarkal tahakkümün söyleve dayalı kaynağı bu yaklaşımdır. Öyleyse geleneksel yaklaşımın temel niteliği kutupsal yaklaşım olduğudur.
Burada ‘üstün cins’ olarak alınan erkek tiplemesi başka türlü, örneğin ekonomik bakımdan tahakküm altında tutulan ‘emekçi erkeği’ hiçbir şekilde kapsamamaktadır; fakat hakimiyet altında tutulan tabakalaşmada da erkeğin kadın üzerindeki üstünlüğünü ücretlendirme ve imtiyazlar sistemi üzerinden tesis etmektedir. Bu nedenle patriarkal düzenin tahakküm altında tuttuğu yalnızca kadın değil nüfusun oranına vurduğumuzda toplumun ezici bir çoğunluğunu oluşturan erkek emekçilerdir de. Bu, elbette ekonomik bakımdan hâkim olan toplumsal tabakalaşmalar içinde olduğu gibi hükmedilen toplumsal tabakalaşmalar içinde de genellikle erkeğin hükmeden cins olduğu gerçeğini yadsımıyor. Peki bu durum neyi anlatıyor? Bu durum her şeyden önce yalnızca tabakalaşmayı ölçü alan bir analizle kadın meselesinin bir bütün olarak kapsayamayacağını gösterdiği gibi; kadın meselesini kaba bir şekilde ‘cinsler savaşı’ olarak kurgulamanın ciddi bir gerekçesi olmadığını ortaya koymaktadır.
Patriarkal kavramını nasıl kurgulamak gerekir? Kadın-erkek ilişkisine kutupsal yaklaşım patriarkalın tarihi kadar eskidir. Patriarkal sistem elbette kapitalist sistemden çok eskidir. Fakat patriarkalın tarihi tabakalaşmanın ve giderek toplumsal sınıfların oluşmasıyla başlamaktadır. Patriarkal hiyerarşik kadın-erkek ilişkilerini ve bundan kazanılan toplumsal eşitsizlikleri kurmaktadır ve tüm toplumsal tabakalar ve meslek alanları içinde erkeği imtiyazlı kılmaktadır ve kadını aşağılamaktadır. Mülkiyet ilişkilerinin eşitsizlikleri henüz yeterince yerleştiremediği koşullara denk gelen daha eşitlikçi matriarkal sistemin tersine patriarkal sistem ilkesel olarak mülkiyetin eşitsiz dağıtımından kaynaklanan hiyerarşik ilişkileri her bakımdan kadın-erkek ilişkilerine de yaymıştır. Böylelikle erkeğin kadın üzerinde oluşturulan hiyerarşisi toplumsal, bireysel ve aile yaşamının tüm alanlarına kurucu bir şekilde yerleşmiştir. Tabaka ve sınıf kavramları toplumu yapılandırma bakımından bir kategoriye dönüştüğü gibi erkeğin kadın üzerinde kurulan hiyerarşik tahakkümü da aynı şekilde toplumu yapılandırıcı bir kategoriye dönüşmüştür. Bu bakımdan sınıf ve cinsiyet kategorik olarak bir taraftan tabakalar arası hiyerarşik ilişkileri düzenlerken diğer taraftan da cinsler arası hiyerarşik ilişkiyi de kurucu bir şekilde düzenler. Bu hiyerarşik ilişkiler tüm toplumsal ilişkiler düzleminde iç içe geçmiştir, birbirlerine karşılıklı istikrar kazandırmaktadır ve işlevsel olarak kendi başına iş görme işlevine de sahiptir.
Friese, kadının neliğine dair yapılan tanımlarda Yeniçağla birlikte teolojik tanımlardan doğa hukukunu temel alan tanımlama denemelerine geçildiğine dikkat çekiyor. Bu geçiş aynı zamanda kadının özgürlük özgürlük mücadelesinin önünü açan dönüşümleri içerir. Kadına dair teolojik bakış kadını genellikle aile kurumu ve ev kadınlığı üzerinden tanımlamaktadır –ki kadının özgürlük talebinin ve kurtuluş mücadelesinin karşısına bugün bile hala bu bakıştan kaynaklanan kadını beden (doğa) ve işlevini doğurganlık olarak gören anlayış çıkarılmaktadır. Teolojik bakış erkeğin kadın üzerindeki üstünlüğünü, erkeğin ‘üstün cins’ olarak tanımlamasını Tanrıya dayandırır. Bu teolojik yaklaşım coğrafyamızda baskın inanç olan İslam için de geçerlidir. Kur’an-ı Kerim’in Nisâ Suresi “Allah’ın kimini kimine üstün kılmasından ötürü … erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler” denmektedir (34. Ayet). Antikçağ Yunan felsefesi, burada söz konusu olan ve erkeğin kadın üzerindeki üstünlüğünü tesis eden teolojik hiyerarşik bakış açısını Tanrıya değil doğaya dayandırır.
Burada söz konusu olan doğal-teolojik bakış açısının yerini Yeniçağda doğa-hukuksal bakış açısına geçiş aynı zamanda yeni bir insan kavramına ve insana dair eğitim idealine geçişi de belirtmektedir. Bu yeni yaklaşımın habercisi Avrupa’da yaşanan Reformasyon ve Renaissance hareketi, fiziksel, fizyolojik, psikolojik, ahlaki ve ekonomik bakımdan temellendirilmiş kutupsal-hiyerarşik ilişkiyi yeniden temellendirir ve kadın erkek ilişkisinin dolayımına ‘aşkı’ ve ‘sevgiyi’ yerleştirir. Yukarıda işaret ettiğim Nisa Suresi’nde Tanrı temelli hiyerarşik kadın-erkek ilişkilerini düzenleyen ve şekillendiren en başta mülkiyete dair önermelerdir. Bu bakımdan Reformasyon teolojik bakıştan, Hegel’in tabiriyle “felsefi bakış” açısına geçiş de kendi başına bir evredir. Kadına bakışta modern felsefi bakış açısını gerçekçi özgürlükçü bir bakıştan belirleyen üç büyük filozof vardır. Bunlar en başta Rousseau, Kant ve Hegel’dir. Özgürlükçü bir perspektifle çalışan bu filozofların karşısında kadın-erkek ilişkilerinde hiyerarşik ilişkiyi yeni gelişmelerin ışığında psikolojik, yetiler, ahlaki bakımdan temellendirmeye çalışan Schopenhauer ve Nietzsche vardır.
Modern felsefenin sunmuş olduğu özgürlükçü perspektifin birbirini takip eden iki boyutu vardır. Bunlar Rousseau’nun tabiriyle “adalet” ve Reformasyon’dan devralınan “aşk” bakışıdır. Rousseau, adalet bakışıyla geç Ortaçağda yürütülen “cadı avı” dolayısıyla toplumsal mekânda yersizleştirilmiş ve yurtsuzlaştırılmış kadına bir yer vermek ister. Buna göre kadın özel alanın idarecisi olarak belirlenirken; onun tamamlayıcısı olarak kamusal alanda etkin olarak erkek belirlenir. Fakat Rousseau adalet bakış açısının kutupsal kadın-erkek ilişkisinin aşılmasına yetmeyeceğini bilmektedir. Bu nedenle perspektifsel olarak kadın ve erkeğin ruhlarını kaynaştıracak olan aşk (ve sevgi) perspektifini nihai hedef olarak önerir. Buna Kant’ta çağımız için ‘aydınlanmanın bağladığı, fakat henüz aydınlanmamış olan çağ’ ayrımı denk gelmektedir. Benzer bir şekilde Hegel’de buna “yararlılık” ve “tanınma” ilkesi denk gelmektedir. İşte, Marksist, modern feminist ve diğer tüm özgürlükçü kadın hareketlerinin kökeni onlara bu özgürlükçü bakışı sunan bu Aydınlanmacı miras ile eleştirel hesaplaşmaya dayanmaktadır. 15. yüzyılda Pisan ile başlayan bu hareketin 18. yüzyılda devamcısı Mary Wollstonecraft’tır. Marx, kadının kurtuluşunu insanın sosyal kurtuluşuyla birleştirmiştir. Kadın erkek ilişkisine kutupsal bakışın nihayet aşılması bununla olmuştur. Bundan böyle artık ‘cinslerin farkı’ ancak ‘üçüncü’ üzerinden, ‘insan’ kavramı dolayısıyla mümkündür.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder