Yavaşça içeri girdi. Dışarıdaki soğuk, sisli hava omuzlarına yapışmış, her adımında belirsiz bir ağırlık taşıyordu. Gözleri odanın her köşesinde dolandı; keşfe çıkmış bir mimar gibi, bir şeyleri fark etmeye çalışıyordu. Sessizdi, ama biz onun sessizliğinin altındaki sesleri duyabiliyorduk. Gözleri, her baktığı yerde sorular bırakıyordu. O gün odaya başka bir ışık getirdi; ya da belki de getirdiği o sessiz geceyi kendisi bile fark etmedi. Biz onu tanıdık; bir arayış içinde yorgundu. Eksilmiş gibiydi ama bir şekilde buraya ait hissediyordu.
Biz gördüklerini, duyduklarını ve hissettiklerini anlatan taş duvarlarız. Eğirdir’deki taş otelin, Nis Otel’in duvarları. Yıllardır bizimle göz göze gelen herkesin hikâyesini sakladık; ayak seslerinden, nefes alışlarından, dokundukları eşyalardan... Ve bakışlarından. Bizden hiçbir şey kaçmaz. Kimi misafir hüzünlü gelir, kimi neşeyle dolar bu odaya. Ama onunki başka bir şeydi: bir arayış, bir soru. O, söylenmeyen sözlerle geldi; omzunda taşıdığı sessizliğin bile bir hikâyesi vardı. Ve bu sessizlik bizim için değerli bir hikâyeydi.
Taş duvarların yorgun misafiri, büyük olasılıkla kayak yapmıştı. Dünyanın beyaza bürünmüş sessizliğine şahit olmuştu. Yorulmuştu, yalnızca bedeni değil; ruhu da sakin bir dinginlikle yıkanmış gibiydi. Bu bölgeye insanlar kayak yapmaya gelir. Davraz, saklı bir cennet gibidir. Sessizliğin ve gizlenmiş huzurun dağlarında kayak yapmak, rüzgârın ruhlara dokunuşu gibidir. Ancak son yıllarda bu huzurun ömrü kısa sürüyor. Kar az yağıyor; yağdığı zaman ise kısa bir süre içinde eriyor. Nerede o eski kışlar dedirten bir klişe gibi görünse de, kayak yapmanın zevki hiç değişmiyor. Kimi zaman düşme korkusuyla tüm kasların gerilir, kimi zamansa zirveden aşağı kayıp gitmenin verdiği özgürlük hissiyle dolarsın. Ona kayak yapılırken ilk öğretilen şey doğru düşme tekniği olmuştu. Buna zihninden cevap vermişti: "Hayatta da doğru düşmek lazım"
Ezelden beri kar, bir yorgan gibi dünyanın gürültüsünü örter. Bu beyaz sessizlik, insanı başka bir dünyaya taşır. O da bu hissi yaşamış olmalıydı. Bu taşıdığı yorgunluktan belliydi; ama asıl gözlerindeki dingin neşe, yeni bir şey denemiş olmanın mutluluğunu fısıldıyordu.
Misafirler, ilkbaharın ilk çiçeklerinin insanda oluşturduğu gibi bir tebessümle kahvaltı salonuna girerler. Taze ekmeklerin kokusuyla dolan odada, güneşin ışığı masa örtülerine yerleşir. Ahşap merdivenlerden süzülen misafirlerin gözlerinde aynı soru belirir: Buradan ne alıp gideceğim? Bazen bir tat, bazen bir his, bazen de adı konamayan bir huzur. Tat demişken, çalışanların özenle hazırladığı poğaçalar, kurabiyeler ve reçeller, yalnızca birer lezzete değil; ruhu doyuran birer anıya dönüştüğüne şahit oluruz. O sabah kahvaltı salonunda onun nefesindeki okşamayı hissettik. Bizleri izliyordu; sanki taş duvarların sakladığı hikâyeleri dinliyormuş gibi. Üzerimize asılmış dekorları, tarihle harmanlanmış kalıntılarımıza zevkle bakıyordu. Köşede bulunan minicik hoparlörden Fransızca şarkı çalıyor, benliğine ve ruhuna eşlik ediyordu.
Ama biz onun hikâyesini tamamlayamadan, gözleri pencereye kaydı. O pencerenin ardında, Eğirdir Gölü görünür. Gölün hikayesi uzundur. Suları çekilmiş, bir zamanlar liman olan kıyıları şimdi sessizce bekliyor. Biz bu gölün şarkısını da biliriz. Rüzgarın ve suyun taşlara mırıldandığı şarkıyı, yıldızların avluya düştüğü gecelerde anlatılan masalları… Eğirdir Gölü’yle beslenen birçok kaynak varken, buraya gelenler bu gölün yalnızca yağmurla beslendiğini bilmez.
Eğirdir Gölü’nün çekilen suları, zamanın kendini geri çekişi gibidir. Yıllar içinde kıyıdan uzaklaşan su, dışarıdan bakan gözlere bir eksiklik gibi görünür. Ancak biz taş duvarlar biliriz ki bu çekiliş, yalnızca bir kayıp değil; geçmişin bir yankısıdır; anlamak isteyen insanlara bir derstir. Eskiden, kışın en sert olduğu zamanlarda, göl tamamen donardı. Su, buz gibi bir örtüyle kapanır; bembeyaz bir zemine dönüşürdü. İnsanlar, bu donmuş gölün üzerinden karşı kıyıya yürür ya da kayarak geçerlerdi. Bir zamanlar balıkçı teknelerinin kıyıya yanaştığı yerler, soğuk kışların bir oyun sahası haline dönüşüp herkesi çocuklaştırırdı. Üzerinde kahkahalar yankılanır, çocuklar ayaklarına geçirdikleri basit tahtalarla kaymanın keyfini çıkarırdı. Gölün üzerindeki buz, bir köprü gibi insanların birbirine ulaşmasını sağlar mübadele öncesi yaşam süren rumlarla dayanışma ruhunu beslerdi. Rakı içildiği, şarkıların dillerde raks ettiği gölün kıyısında sıralanan restoranlar, eskiden donmuş zeminin üzerinde yer alırdı. Yazın göl suyuna, kışın buzlu yüzeye bakardı gözler. Şimdi ise o restoranların en yakını, gölden 150 metre uzakta. Göl, geçip giden yıllarla birlikte sessizce geriye çekildi. Yosun tutmuş taşlar, kurumuş otlar ve geçmişin anıları yalnızca fotoğraf karelerinde kaldı.
İçeriden bakılınca duvara gömülmüş gibi duran camın içine oturdu. Elinde tuttuğu kitabın kapağında, taşların sadeliği arasında beliren harfler vardı: "Taşların Anlattıkları." Clara Dupont-Monod'un yalnızca 119 sayfalık bu kitabını bir solukta bitirmeye niyetlenmişti. Son yıllarda kitaplara daha çok sığınmıştı. Yüzünü gömüyordu satırlara. Kütüphane kelimelerden oluşan bir denizdi. Kendisi ise her gün o denizde gezinip duran bir dalgıçtı. Kitapları kapaklarından tanıyordu, ezbere. Uzun uzun bakışıyor her biriyle. Hiç bir anın yüzeysel kalmasına izin vermiyor yazıyordu bir yandan. Zaten elinden düşmüyordu kalemi.
Kızıl taşların anlattığı kitabın sayfalarını çevirdikçe yüzünde beliren hüzün, bizim de içimize işledi; dışarının soğuk havası birdenbire odanın içine dolmuş gibiydi. Kitap, Fransa’nın ücra bir köyünde yaşayan bir ailenin sessiz ama fırtınalı hikâyesini anlatıyordu. Aileye doğan üçüncü çocuğun engelli olduğu ve kısa ömrünün kaçınılmaz olduğu daha ilk anlarda anlaşılmıştı. Bu masum hayat, ailesinin her bireyini kendi korkuları, çaresizlikleri ve sevgileriyle yüzleştirerek derinden dönüştürüyordu. Kitap boyunca acı, kırılganlık ve bağların farklı şekillerde tezahürü anlatılıyordu. Taşların sakladığı hikâyelerle bir bağ kurmuş gibiydi, çünkü her cümle onun içine işliyordu. Elindeki kalem, kitaptan süzülen cümlelere dayanamıyor, sürekli bir şeyler karalıyor, altını çiziyor, kendi amacını tamamlıyordu. Hoyratlığın kırılganlıktan doğabileceğini, geçmişin travmalarının bir insanı nasıl şekillendirdiğini ve sevginin nasıl yasla iç içe geçebileceğini anlatan sözlerde kaybolmuştu. Bir cümle, odanın soğuk sessizliğini buzdan yapılmış bir bıçakla yarıp kesti:
"Kız, artık bağların farklı şekilleri olabileceğini biliyordu. Savaş bir bağdır. Keder de öyle.”
Bu cümleyi mırıldandı. Belki de kendine, belki de bize, taş duvarlara… Ama sesi, odanın her köşesinde yankılandı. Kitabın her satırında kendi hikâyesinden bir iz buluyordu; gölün çekilen sularından taşların hafızasına kadar, her şey sanki bu satırlarda yeniden hayat bulmuş gibiydi.
Biz taş duvarlar olarak ona bir şey söylemek istedik. Ama bazen sadece sessizlik anlatır. Belki de aradığı cevabı bu sessizlikte bulacaktı. Gölün, dağın, karın ve taşın şarkısında kendi hikâyesini duyacaktı. Çünkü sessizlik, bazen en büyük çığlıktır; tıpkı bir amforanın çağlarca deniz dibinde söylediği şarkı gibi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder