Kolları ve bacakları yorulana, artık kıpırdayamayacak hale gelene kadar daldı, daldı. Çok derinlerde olduğunu biliyordu. Su basıncı kulak zarlarını acıtıyor; kafasının içi cızır cızır ötüyordu. Dayanma gücünü kaybediyordu, ama iradesi kırılana ve içindeki hava büyük bir patlamayla ciğerlerinden suya püskürünceye kadar bacaklarını ve kollarını zorlayarak dalmaya devam etti.(Jack London-Martin Eden-)
LE GRAND BLEU: DERİNLERDE SONSUZLUK VE SINIR
Aleksandr Belyaev’in "Su Adamı" kitabında geçen şu cümle insanı düşündürür:
"Dünya yüzeyinin onda yedisinden çoğu sudan bir çölle kaplıdır. Bu sudan çöl, tükenmez besin ve hammadde kaynakları ile milyonlarca, milyarlarca insanı barındırabilir. Bir milyon kilometrekarenin üç yüz altmışından fazlası; bu yalnızca yüzey alanıdır. Ama insan, bir dizi sualtı katına da yayılabilir. Milyarlarca insan, itişip sıkışmadan okyanuslara yerleşebilir."
Okyanusların enginliği, sonsuzluğu, insana hem bir özgürlük vaadi sunar hem de derinliklerinde sakladığı bilinmezliklerle korkutur. Bu ikilem, insanı içine çeken, kendine meydan okumaya zorlayan bir davete dönüşür. Kimisi bu davete tüpleri ve ekipmanlarıyla konuk olur; kimisi ise yalnızca bir nefesle, sınırlarını test ederek. Ancak her iki durumda da okyanus sadece bir suya girmek değil, aynı zamanda bir boyut değişimi; varoluşun kendisiyle yüzleştiğiniz bir evrendir. Bu yüzleşmenin sinema tarihindeki en unutulmaz örneklerinden biri Le Grand Bleu’dur. Luc Besson’un yönettiği ve 1988’de izleyiciyle buluşan bu film, okyanusun büyüleyici derinliklerini, insanın özgürlük ve bağlılık arasındaki mücadelesini anlatır. Ancak bu yalnızca bir serbest dalış filmi değil; aynı zamanda insanın varoluşunu, tutkularını ve hayatta sınırlarını nasıl zorladığını sorgulayan etkileyici bir deneyim senaryosudur. Filmin her karesi, dalıştan çok daha fazlasını anlatır: Okyanusa duyulan hayranlık, insanın doğayla kurduğu bağ, ve özgürlüğün bedelini…
Film, serbest dalış dünyasının iki büyük figürünü merkeze alıyor: Jacques Mayol ve Enzo Maiorca. Gerçek hayattan uyarlanan bu hikaye, çocukluk arkadaşları olan bu iki adamın sualtında ve suyun üstünde birbirleriyle kurdukları karmaşık ilişkiyi ele alıyor. Jacques Mayol’un karakteri, okyanusla kurulan derin bir bağın tezahürüdür; dalış onun için yalnızca bir spor değil, adeta varoluşunun bir parçasıdır. Bakıldığı zaman babasını deniz almış, deniz kenarında hatta suyun içinde büyümüş ve bütünleşmiştir. Enzo ise daha farklıdır; onun dalışı bir rekabet, bir meydan okuma ve aynı zamanda bir üstünlük gösterisidir. Bu iki farklı karakterin kesişimi, filme duygusal ve yanı sıra felsefi bir derinlik katmıştır.
Film, dalışın fiziksel bir aktiviteden çok daha fazlası olduğunu kanıtlar. Jacques Mayol’un bir yunus gibi derinliklere dalışı, ve onlarla kurduğu iletişim insanın doğayla olan bağının en saf halidir. Serbest dalışın sınırları zorlayan ve tehlikeli doğasına rağmen, Mayol’un huzur bulduğu tek yer, suyun altıdır. Enzo ise dalışa rekabetçi yaklaşır, hırslıdır, doğaya karşı üstün olma fikriyle eyleme geçer. Arzusu arkadaşını, doğayı ve hatta her şeyi yenmektir. Unutmamak gerekir ki hırs ve azim birbirinden başka kavramlardır.
Karakterler dalış sırasında, vücutlarını ve zihinlerini derinliklere emanet ederler. Tüm dış dünyadan arınmış bir şekilde, sadece nefesleri ve cesaretleriyle suyun altına inerler. O an, tüm dünya sessiz gözükür ve izlerken sizde nefesinizi tutmuş bulursunuz kendinizi. Ama bu istenen özgürlüğün bir bedeli var: kendi vücudunu tanımanın çok ötesinde kontrol gerektiren bir anatomi uygunluğu var. Yanı sıra kalp atışınızı yavaşlatmak, panikten uzak durmak, kendi zihninizin gölgesinde kaybolmamak gibi… Bu noktada, kendi dalış tecrübelerim aklıma geliyor. Okyanusa dalmak, benim için sadece bir spor ya da hobiden öte bir eylemdir. İlk dalışımı hatırlıyorum: suyun üzerindeki karmaşadan uzaklaştıkça, çevremdeki sesler azalmış, bir tür içsel sessizlik doğmuştu. O ilk nefes, tüpten gelen o mekanik hava sesi, sanki başka bir dünyanın kapısını aralıyordu. Zihnimde düşünceler yavaşlıyor, bedenim hafifliyordu. Boşlukta süzülüyordum…
Filmdeki serbest dalışın aksine ben tüplü dalış yapıyorum. Tüplü dalış bambaşka bir özgürlük sunuyor. Bir hava tüpüne bağlısınızdır ama bu bağlılık sizi daha uzun sürelerle daha derinlerin keyfini, sonsuzluk hissini ve sınırını hissetmenizi sağlar. Rahat nefes alarak su altındaki dünyayı keşfetme fırsatınız olur. Ancak bu “konfor" belli bir mesafede kalmanızı gerektirir; basınç ve ekipman sınırları, serbest dalışın getirdiği ruhani derinlik özlemini sunamaz. Serbest dalışta nefesiniz tükendiğinde dönmeniz gerektiği gibi, tüplü dalışda da ekipmanınızın işleyişi sizi belirli sınırların ötesine geçmekten alıkoyar. Yaşamda bize sınırlar çeken engeller gibi...
Film boyunca Jacques, derinliklere indikçe kendisini bulur, ama aynı zamanda insanlarla olan bağlarından kopar. Bu kopuş bana, serbest dalışta yaşadığım o tek başınalık hissini hatırlatıyor. Dünya üzerindeki bağlarımı koparır gibi derinliklere dalış yaptığım o anlarda, her şey anlamını yitirir ve sadece kalbimin ritmine odaklanırım. Ama tüplü dalışta asla tek değilsindir. Zaten tüplü dalışın ilk kuralı tek başına dalmamak ve serbest dalışın aksine nefesini asla tutmamaktır. Bir partnerle dalmak, dalışta onunla göz teması kurmak işaretlerle anlaşmak ve ortak bir amaç için bir yola çıkmış olma hissi bana daha iyi geliyor.
Jacques’ın “derinlerdeyken en zor olan dönmektir” sözü, serbest dalışta olduğu kadar hayat için de gerçek bir nasihat niteliğindedir. Sınırları zorlamak, bambaşka dünya ve farklı bilmediğin hislerle tanışmak heyecan vericidir; ama gerçek dönüş, kendi sınırlarını kabul edebilmekte yatar. Tüplü dalışta bu dönüş anını, artık yeter hissini kısaca bu dengeyi daha net hissederim. Derinlikleri keşfederken bile sınırlarımın farkındayım, ekipmanlarımın beni koruduğunu bilirim. Çıkışa her zaman hazırımdır.
Enzo, dalış için merdivenlerde durdu, gözleri kararlıydı. Doktorun söyledikleri aklının bir köşesindeydi ama her zaman olduğu gibi kulak asmadı. Onun için hayat, sınırları zorlamakla anlam kazanıyordu. Hırs mıydı bu? Tutku mu? Yoksa sadece kendini hissetme çabası mı? Belki de hepsi. Jacques, Enzo’nun yanına geldi ve "Enzo, yeter artık! Bir sonraki sefere... Şimdi yapma, dalma!" diye bağırdı ama sesi dalgaların arasında kayboldu. Jacques’ın içinde bir korku vardı. Enzo, her zaman daha derinlere inmek isteyen bir adamdı. Yarışmayı kaybedemezdi, ondan daha kısa mesafeye dalış yapamazdı. Enzo suyun içine doğru eğildi. Gözlerini kapattı ve derin bir nefes aldı. Bu, sadece bir nefes değildi; sanki her şeyi ardında bırakmaya hazır olan bir adamın nefesi gibiydi. Sonra birden suya girdi, vücudu derinleri yararak gözden kayboldu.
Jacques kıyıda hareketsizdi. "Hayır..." diye fısıldadı. Ancak bir yandan da biliyordu; bu Enzo’ydu. Onu durdurmanın hiçbir yolu yoktu. Kamera, Enzo’nun suyun altındaki süzülüşünü gösterdi. Vücudu sakin ve rahattı, sanki dünyadaki tüm ağırlıklardan kurtulmuş gibiydi. Derinlere indikçe, çevresindeki ışık azalmaya başladı. Yalnızca karanlık ve suyun derinliklerinden gelen o bilinmez davet. Su onu kucaklıyordu. Etrafındaki sessizlik, yeryüzündeki hiçbir sessizliğe benzemiyordu. Gözlerini kapadı ve bir an kendini tamamen teslim etti. Jacques arkasından atlamış ve onu yakalayıp yukarıya geri getirmişti ama iş işten çoktan geçmişti. Enzo, "haklıymışsın aşağısı çok daha güzel daha sessiz daha gerçek beni lütfen oraya götür” diyerek gözlerini kapattı.
Jacques onu götürebildiği kadar derine götürdü ve oraya bıraktı. Bunu yaparken kendi sınırlarını fazlasıyla zorlamıştı. Bu dalıştan çıktıktan sonra uzun zaman tedavi gördü. Fiziksel olarak iyileşecekti ama derinlere dair bir şeyi kaybetmişti; belki cesaretini, belki de bir parçasını. Aklı hep derinlerdeydi. Hiçbir şey söylemiyordu. Ama gözlerindeki derinlik, dostunun gidişinden fazlasını taşıyordu. Bir tür korku vardı orada. Belki de Enzo'nun ölümünde kendi sonunu görüyordu. Onun için sınırların ötesi bir çekim noktasıydı. Ama bu çekim, bir gün onu da içine çağırıyordu.
Jacques’ın zihninde bir fısıltı belirdi:
“Okyanus, hiçbir zaman doymaz. Ve biz de hiçbir zaman kendimizi durduramayız.”
Bu sonsuz maviliğin içinde bir tür karanlık vardı, tıpkı uçsuz bucaksız bir çöl gibi. Ve o çöl, herkese yetecek kadar boşluk sunuyordu.
Leyla Aydın'ın dalış sırasındaki bir fotoğrafı. |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder