TAVŞAN DELİĞİNDEN "THE SUBSTANCE"E CANAVARLARLA YOLCULUK |
2024 yılında İzmir Karşıyaka'da Dodo Kitabevi ve Kafeterya'nın etkinlik için bize ayırdığı mekan ve zamanda(14 Ocak) Frankenstein üzerine konuşmak için toplandık. Pürlen hanımın organize ve modere ettiği bu toplantı 'canavar'lara, 'canavar'larımıza ve belki 'canavar'lığımıza yaptığımız organize ilk yolculuktu. Genç bir doktorun çocukken karşılaştığı bir ölüm vakası ile tüm ölümlülüğü yenme gayretine girmesi, hatta ölümü yenmesi ama bunun bedeli olarak canavarını yaratması; canavarı yarattığı nokta ölü bedeni diriltmesi mi? Yoksa koskoca bu evrende, farklılığından dolayı başından 'öteki' olan bu varlığı kendi haline terk etmesi mi? Dr. Frankenstein yarattığını terk ettiği anda içindeki canavarı aşikar kıldığını söyleyebilir miyiz? Estetik olarak insanları iğrendiren bu 'öteki', kendine benzeri, daha doğrusu onu kabul edecek bir özneyi bulamadığında, hınç ile dolması çok mu anormal? Yine de kendine tragedyalara yakışır bir 'amaç' bulur. Ya kendisine benzer olan yaratılacak ya da Dr. Frankenstein'a hayat zindan edilecektir.
"Dorian Gray'in Portresi"nde bambaşka bir canavar ile karşılaşırız. Abidin bize böyle bir canavar portresi yapabilir mi? Aristokrat hayatın o şatafatlı dünyasında beyefendi geçinenler, gözler onları görmediğinde ne 'canavarlık'lara meyillidir. Yüzlerine baktığınızdaki beyefendilik, bir vampirin aynada görünmediğinde fark edildiği gibi, bir portre üzerinde içlerindeki 'canavar'ı fark edebilir miyiz? İnsanın tüm 'canavar'lıkları işin sonunda kendi kendinin sonunu getirecek midir?
Bizi biz olarak tanımlayan, insanlar üzerinde bir etki bıraktığımız, onların duyularına tanınmak için sunduğumuz şeylerden birisi de kokumuzdur. İnsanın kokusu çok şey anlatır, kokusuz bir insan toplum nezdinde görünmez, köle/araç olarak görülür. 'Koku' isimli eserde karşılaştığımız bu durum, insanın toplum içinde kimlik kazanmak için neler yapabileceğini, bu uğurda ne kadar çok emek altına girebileceğini, içindeki 'canavarı' dışarı salmak konusunda bir an bile tereddüt etmediğini gösterir. Kendisi canavarlaşır, etrafındaki canavarları göre göre, onların beğenisini kazanabilmek, onlara karşı tanınabilmek için canavarlaşır. Elindeki bu güçle herkesin içindeki canavar tözünü bile dışarı çıkarır. Masumiyet canavarlar arasında kurban edilir...
"Poor Things" ile beraber güzel bir canavar okumayı da ihmal etmeyiz. Kendisinin 'garipliği' kendisinden bile saklansa da Bella'yı dünyayı tanırken izleriz. Bir nevi Dr. Frankenstein'a eleştiri niteliğindedir. Yaratılan terk edilmezse, dünyayı tanımak isteyecek, ona karşı hınç ile değil de daha naif duygularla yaklaşacaktır. Dünya insanlar için hâlâ zor bir yerdir, sorunları vardır ve sevgi görmüş bir çocuk bu dünyaya karşı umutla mücadele edecektir. İntikam almak için değil de adaleti sağlamak için... Her canavar sevgi ile dolu olsa, içi dolu Pandora kutusu...
Martin Eden toplantısına katılamadığım gibi hala kitabı da okumuş değilim. Bu nokta bir nefes alma yeri olsun sizin için canavarlarımız kuliste hazırlanmak üzere.
"Köpek Kalbi"ne gelince, bir köpeğin insanlaşmasını izleriz, bu eser Sovyet dönemine bir eleştiri içerir. İktidarın toplumsal mühendisliğinin köpekleşmiş insanlar ortaya çıkardığını, bu canavarların ortalıkta huzuru bozmaktan ileri gitmeyeceği iddiasını taşır. Birebir olmasa da Kafka'nın dönüşümünü andırır, tersinden bir köpeğin sabah uyandığında kendine yabancılaşmış, insan olduğu üzerinden kurgu ilerler. Doğrudan bir köpeğin canavarlaşması için insana dönüştüğünü okuruz. Köpek kendine yabancılaşır, tıpkı sistem içerisine gelen insanın kendi doğasına uygun olmayan köle düzeni ile karşılaştığında yabancılaşması gibi. İnsanlar dış etken olmadığı sürece iyi olmaya eğilimli olabilirler ama sistemsel bir baskı karşısında kaçınılmaz olarak kendilerine yabancılaşırlar, kötülüğe meyletmek için motivasyonları yükselir ve içindeki 'canavarı' dışarı salmak için hazır hale gelirler.
Yok Nietzsche ağlamış yok bilmem ne? Nietzsche üzerinden kurulan bu kurguda, insanın kendi 'canavar'ları ile yüzleşmesi üzerine de bir şeyler okunur. Bilincimizin içindeki odacıklar da hangi 'canavarlar'ın yattığına dair bir temaşa içerdiğini söyleyip, Nietzsche'den ziyade bilinçaltı üzerine odaklanan bu kitaptan uzaklaşıyorum(kitabı kötülemiyorum, iyi bir kurgu ama kurgu; böyle bir Nietzsche yok).
Jekyll ve Hyde, iyi ve kötü, melek ve şeytan... Yine bir doktor, ah civanım doktor, sen neler ile uğraşırsın böyle, benliği karpuz gibi ikiye ayırıp, iyi ile kötüyü ayırmak nedir şimdi? Geceleri Hyde eğlencelerde, sabahları Dr. Jekyll salonlarda; bir zampara, bir de bakmışsın beyefendi. Bilinç işleri oyuna gelmez, karpuz gibi ikiye ayrılmaz temalı bu kitap, insanın canavar yönünün başka bir izdüşümünü sunuyor. Binbir pişman olsan da doktor civanım, içindeki canavarı saldın bir kere çayıra, hakkın kötektir derken, büyük bir irfan ile öldürdün kendini. Dorian Gray'in portredeki yansımasını öldürünce kendisinin ölmesi gibi, doktorun ölümü ile güle güle diyoruz Mr. Hyde'a.
Sineklerin Tanrısı kitabında toplumsal canavarlaşmanın başka bir eleştirisini okuruz. Uygarlık iyi mi kötü mü tartışmasına çevrilebilecek bir eserdir kendisi. Daha çocukken içimizde yatan 'canavarlar' salınınca, 'öteki' kalan 'canavarlaştırılıp', sindirilir, sindirilemezse ormanları yakma pahasına öldürülmelidir. Uygarlık içinde kendimizin en iyi potansiyeline mi ulaştık, yoksa en büyük canavarlarımızı mı ortaya saldık? Biz toplum olarak kendimize neler ettik? Ah Pandora ah, bir adada nerede kapalı kaldın?(ve emeğe karşı umudumuzu kaybetmemek kaydıyla derin sularda yüzüyoruz!)
Vejeteryan olamayan 'Vejeteryan' kitabında, çocukken babasının canavarlığı ile karşı karşıya kalmış, bu canavara karşı destekçi veya en iyi ihtimalle sessiz kalmış aile bireyleri ile çevrelenmiş, kendine yabancılaşmış ve her şeye kayıtsız kalmış bir kadın karakter görüyoruz. Ataerki, kutsal aile, toplumun normları gibi 'canavar' öğeleri ile çevriliyiz. Buna karşı herkesin bir savunma biçimi var, kimi etrafına saldırganken kimi kayıtsız kalmayı seçebiliyor. Kimi canavarlaşırken, kimi canavarlaşmamak için kurban rolü yapıyor ya da kurban oluşunu kabul ediyor. İşin sonunda kimsenin insan kalmadığı bu sistemde, canavarlardan kaçmanın tek yolu, Daphne gibi ağaç olmak için göklere yalvarmak mı? Ağaçlar gibi dimdik mücadeleye devam etmek mi?
2024 yılının son aylarında dünyada vizyona giren, yılın son ayında Türkiye sinemalarında gösterimde olan "The Substance" filmi ise Alice Kitap Kulübünün içerisinden çıkan Alice Sinema Kulübünde, 2025 yılının ilk filmi olarak konuşulacak. Medya sektörüne, medyanın sermayedarlarına eleştiri getiren film, medyada yıllarca yer aldıktan sonra, yaşlılığı gerekçe gösterilerek bir kenara atılan bir 'yıldız'ı konu alıyor. "Kendinizin daha iyi bir formunu ister miydiniz?" diye satılan "Substance" kimyasalı, Dr. Jekyll'ın laboratuvarında ürettiği kimyasalı aklımıza getiriyor. Dr. Jekyll'ın kendi içindeki iyi ve kötü karakterleri ikiye ayırmasına benzer bir şekilde insanın içerisinden genç('kendisinin daha iyi bir formu') formu çıkarılır. Yaşlılığın kişisel olarak kabul edilmemesi, felsefenin 'kendini tanı' düsturunun zıddı bir hal olarak karşımıza dikilir. Çoğunluk yaşlanmak istemez ve bu gerçeklikten kaçmak estetik ve güzellik sektörüne iyi bir kazanç getirmektedir(sermayenin artı değer üzerine çöktüğü en önemli alanlar diyebiliriz!). "Kendimizin en iyi hali"ni içimizden çıkarınca iş bitiyor mu? Peki "en iyi halimiz", bizim 'halimizi" sevecek mi? Sistemin bizi tanımlamasına mı izin vereceğiz? Yoksa "aklını kullanmaya cesaret et" ve "kendini tanı" gibi argümanları anlayıp, kendi gerçekliğimizi kabul edip, bu sistemi inşa edenlere karşı mücadele mi edeceğiz? İnsanlık koskoca bir canavar inşa etmiştir. Bu canavar, sistem, sermaye, neoliberalizm para babalarının sürekli beslediği bir hilkat garibesidir. İnsanı kendisine yabancılaştırmakta, insana dayattığı tüketim zorbalığı ile onu canavarlaştırmakta, uyuması için sürekli manipüle etmektedir. İçimizde oluşturdukları bu canavarları birbir ortaya çıkarmazsak, kendimizi tanımazsak, aklımızı kullanmaya cesaret etmezsek daha başımıza neler gelecek? Bu canavarlaşmış sistemin bizi yabancılaştırmasına, canavarlaştırmasına izin mi vereceğiz? Yoksa aklımızı başımıza toplayıp hep beraber buna bir dur mu diyeceğiz?
Tavşan deliğine daldığımızdan beri etrafımızdaki, içimizdeki ve sistemsel olan canavarlar üzerine düşünüyoruz; düşünmeye devam edeceğiz ve içinde umudumuz olan Pandora kutusunu tavşan deliğinden çıkarmak için uğraşacağız!
Canavarlara, canavarlarımıza ve canavarlığımıza selam olsun!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder